Bir bankacı arkadaşım ziyarete gelmişti. Beraberce şarap içerken şöyle dedi: “Bu çürümüş üzüm suyuna kaç lira verdin? 70 lira mı, 100 lira mı? Bir şişe üzüm suyuna bu parayı öldürsen vermeyecek milyonlarca insan var bu ülkede. Ve biliyor musun, sen kirada oturuyorsun ama onların büyük bölümü ev sahibi”
Japoncada duruma göre değişen elliden fazla “sevgi” sözcüğü olduğu söylenir. Acaba “yoksul” sözcüğünün de çeşitleri olmalı mı? Bir tek “yoksul” sözcüğü, tüm yoksulları anlatmaya yetiyor mu?
Kuşkusuz Türkiye’de çok fazla yoksul var. Sobasını yakamayan, çocuklarını aç yatıran milyonlarca yoksul olduğuna eminim.
Öte yandan genel bir “yoksul” kategorisine rahatça soktuğumuz başka milyonlar da var. On yıl kadar önce İstanbul’da yüzden fazla yoksul evine ziyarete gittim. Kafamdaki yoksul tanımına uygun evler olsa da, bir çoğunda daha o zaman plazma tv’ler, müzik sistemleri, nofrost buzdolapları filan vardı. Bu insanlar bir yoksul gibi görünüyorlardı ama biraz sorguladığımızda Avcılar’daki TOKİ dairelerinden, Üsküdar’daki dükkanlarından veya köylerindeki bereketli tarlalarından bahsediyorlardı. Bir şişe alkole yüz lira vermeleri veya bir kitap satın almaları veya bir akşam ailece sinemaya gitmeleri asla düşünülemezdi ama en az iki üç taşınmaz mülkleri olduğunu şaşırarak görüyordum.
Sonra çevremdeki insanları düşünmeye başladım. Yakın akrabalarımı, uzak akrabalarımı, komşuları, tanıdıkları… Bir devlet dairesinde memur olan bir akrabam tek maaşla çalışmayan eşini ve üç çocuğunu geçindiriyordu. Eşi en ucuz market ve pazarlardan en hesaplı gıdaları alıyor, bir tavuk bir hafta boyunca yemeklere katık oluyordu. Kültüre, sanata, eğlenceye, sefaya tek kuruş harcamıyorlardı. Karı koca tüm hayatları boyunca bir kez bile baş başa bir restorana gitmiş değildi. Tek eğlenceleri her zaman açık olan televizyonlarıydı ve uzun kış geceleri hipnoz altında gibi televizyon izlemekle geçiyordu.
Fakat bu akrabamın biri yazlık, dört dairesi vardı. İki daire kiradaydı, kira gelirleriyle borca girip bir daire daha aldılar. Geçen yıl araçlarını yenilediler ve beş kişilik ailenin tamamında akıllı telefonlar var. Üstelik giyim kuşamları da kötü değil.
Nasıl oluyor bu?
Bunun bir açıklaması gıda ve giyim fiyatlarının sürekli düşmesi. Bu tüm dünyada böyle. Global konfeksiyon pazarı azınlıktaki “marka” ürünler dışında kar marjı sürekli düşen ama volümü sürekli yükselen bir fasit daire içinde. Gıdada ise yetmişlerde başlayan GDO, hormon, endüstriyel gıda üretimi, raf ömrünü uzatma taktikleri filan öyle organize bir hale geldi ki fiyatlar neredeyse hiç yükselmiyor. Bir bisküvi firması ürünlerinin yarısından fazlasının fiyatının on yıldır değişmediğini söylemişti.
Bu bir açıklama ama yeterli bir açıklama değil. Bence genellikle gözden kaçırılan bir konu daha var: Rant.
Kişi başı ekonomi hesapları yaparken atlanan ve AKP’yi en başarılı kılan kavramlardan biri de bu: “Rant ortaklığı”.
Akrabamın babadan kalma şehir içindeki evi zamanla değerleniyor. Eve bir müteahhit giriyor ve oradan akrabama iki daire düşüyor. Dairelerden birini satıp, bir yazlık alıyorlar ve şehrin biraz dışında bir dairenin peşinatını ödüyorlar. Bu son dairenin taksitleri kira geliriyle ödeniyor ve zamanla dördüncü bir daire daha alıyorlar; kira geliri yine harcanmıyor ve sıra beşinci daireye geliyor.
Bu anlattığım otuz yıllık bir hikaye. Akrabalarım bu otuz yıl boyunca bir yudum şarap içmediler, bir DVD almadılar, bir romana bir kuruş ödemediler, bir gece dahi bir otelde yatmadılar... Ama aylık gelirleri benim gelirimin çok altında olmasına rağmen, beş daire sahibi oldular. Şimdi bana belli belirsiz bir acımayla bakıyorlar: “Yazık, o kadar okudu ama adam olamadı. Çoluğu çocuğu bile yok. Bütün parasını kiralara, kitaplara, tatil yerlerine döküyor.”
Tek bir örnekten yola çıkarak genel bir tespit yapılmaz elbette. Size bir örnek aktardım ama çevremde buna benzer çok kişi var. Bu hikayeleri anlattığım dostlarım kendi akraba ve tanıdıklarından benzer örnekler söylüyorlar. Kiralık evimi temizlemeye gelen ablanın İstanbul’da iki dairesi ve köyde büyükçe bir arsası varmış; seçimlerde oyunu kime vereceğini sorduğumda hiş düşünmeden “Reis’e” diyor.
Rant ekonomisi dediğimizde aklımıza Ağaoğlu gibi para babaları gelir. Oysa kentlerdeki soğan halkaları gibi yayılan yerleşimler, bir önceki göçle gelenlerin, bir sonraki göçle gelenlere nazaran zenginleştiği bir titan zinciri oluşturuyor. Karamsar ekonomistlerin aylık hane gelirleri üzerinden yaptıkları hesapların tutmamasının nedeni bu titan zinciri. Hane geliriyle, rant gelirinin doğrudan bir ilgisi yok ki.
Tekrarla, kuşkusuz bazı insanlar gerçekten yoksul. Ancak bir de “yoksul gibi” görünen ama sahip oldukları taşınmazlara baktığımızda yoksul sayamayacağımız kitleler var. İşin sırrını eskiden 3T ile açıklardım: Tasarruf, tevekkül ve televizyon. Şimdi bir de “telefon” ekleyip 4T’ye çıkarıyorum. Kentin göbeğinde yaşadıkları halde kent hayatının sosyal, kültürel hiçbir nimetini tüketmeyen; ömürlerini televizyon izleyip (şimdilerde telefon kurcalayıp) tasarruf ederek ve tevekkül içinde geçiren insanlardan söz ediyorum.
“Çalıyorlar ama yol da yapıyorlar” cümlesinin modası çoktan geçti. Bu insanların geneli şöyle düşünüyor: “Evet çalıp çırpıyor, her işten sakalını alıyor ama ekonomi o kadar karışık ve kapsamlı bir hale geldi ki, o giderse bu kaosu yönetecek hiç kimse yok. Giderse müteahhit evimizi yapmaz, dairelerimizin değerleri artmaz, kredilerimiz elimizde patlar.”
Akıllılık edip kulübesini sarayın bahçesine taşıyan Bahçeli ve maliye müfettişi gibi kürsüden belge sayan Kılıçdaroğlu, Türkiye seçmeninin neredeyse yarısını oluşturan bu “yoksul görünümlü varsıllar”a tek kelime etmiyorlar. Onların sözlerinin bu kitleler üzerinde hiçbir etkisi yok. Bu insanlar CHP veya MHP yöneticileri için Gülhane Parkında’ki ceviz ağaçları gibi, kimse kimsenin farkında değil.
GDO’lar basıldıkça üzüm her geçen yıl ucuzluyor ama vergiler basıldıkça şarap her geçen yıl pahalılaşıyor. Bu nedenle benden AKP seçmeni olmaz.
Ama ikna edilmesi ve görülmesi gereken de ben değilim zaten.
* Ateş İlyas Bassoy' dan alınmıştır
* Ateş İlyas Bassoy' dan alınmıştır
YORUMLAR