ÇOK zaman geçmişti.
Dünya hâli mazeretine sığınarak biraz da şartların zorlamasıyla uzak kalmıştım.
Bu bir iç uzak kalışı değildi.
Onunla ve sözleriyle doluydum.
Kendimi bununla teselli ediyordum.
Fizik olarak uzak kalışımın verdiği yangını bir nevi söndürme çabasındaydım.
Hakikatli bir değerlendirme yaptığımda ürettiğim mazerete kendimde inanmıyor, yaptığım teselli kısa süreli oluyordu.
Dedim ki, gönlün gittiği yere ayak neden varmasın ki?
Değişmiş olan yerini, yurdunu bulmalı dedim, destur dileyip çıktım.
Ayaklarım gönlümün adımlarını izledi.
Belli, o da özlemiş.
Ki, kendini kolaylıkla buldurdu.
Bir nevi yola işaretler serpiştirmiş gibiydi.
Çaldım aralık duran kapıyı.
Girdim huzura.
Kolları açıktı.
Gözüyle gel işareti yaptı.
Sarıldı sımsıkı.
Bende öyle mukabele ettim.
Ne o hemen bıraktı ne de ben bunu istiyordum.
Ne kadar böyle kaldık bilmiyorum.
Hissettiğim duygu zamana sığmamak gibi bir şeydi.
“Beklemek de güzel evlat” dedi. Sanırım utandırmak istemiyordu.
Demlik fokur, fokur kaynıyordu.
İki bardak servis için hazırlanmıştı.
İçimden “Çay bardağım benden evvel gelmiş” dedim.
“Evveli, ahiri değil, a’nı” düşün dedi.
“Demini düşün muhabbetin…”
Muhabbet demini aldı mı, çay çoktan almıştır. Bardak da onun işareti.
Uzaklık her zaman uzaklık, değildir.
“Yakîn olana uzaklık mı olur can” dedi. “Hadi doldur çayları.”
Doldurdum.
Sonrası mı?
Sonrası, sonsuzluk gibiydi.
Anlatamam.