NİCE vakittir yârenlik ederiz.
Konarız, göçeriz.
Farklı zamanlarda gönlümüze göre değişik yerleri mekân tutarız.
Demleriz birbirimizi.
Kıvama ulaştırırız.
Damıtırız.
Birbirimizde artarak var olmanın yollarını ararız.
Biz buyuz.
Hâlimiz, tavrımız bu.
…
YİNE iki lafın belini kırmak için dış dünyadan kendimize kaçıp bir duvar dibini mesken tutmuştuk.
Çaylar tazeleniyordu peş peşe.
Söz nereden akıp burada karar kıldı bilmiyorum ama “Çok eskiden tanıyorum seni, oysa çok yenisin” dedi.
Anlayamadım tabi, şaşırdım.
Kaçırdım gözlerimi.
Tekrar etti cümlesini yine cevap vermedim.
Veremedim.
Israrlıydı.
Zekiceydi soruları.
Devam etti oradan, buradan sıkıştırmalarına.
Başka çarem kalmadığını kavrayınca cevap verdim, ancak bunu sorular sorarak yaptım, böyle bir âdetim olmasa da.
“Nedir yeni olan?” dedim.
“Gözlerin” dedi, “gözlerin.”
“Gözlerim aynı gözler” dedim, “değiştirmedim.”
“Hayır” dedi, “kabul etmiyorum. Yeni bakışlar bunlar.”
Şaşaladım, irileşmiş sözlerle hayret eden bakışlar gönderdim üzerine.
“Sadece gözlerin değil” dedi, “her şeyin yeni.”
“Nedir onlar?” dedim.
“Sesin, gülüşün, mimiklerin, tavrın, söz söyleme biçimin hepsi yeni, hepsi.” dedi.
Daha fazla direnmek istemedim.
Madem fark etmişti değişimi bunca zaman sonra, duymak hakkıydı.
“Yeni demeyelim ama yenilenmiş diyebiliriz” dedim.
“Ne ile” dedi, “ne ile?”
“Seninle” dedim, “seninle yenilendim.”