YAŞADIĞIMIZ bu acımasız günlere çok benziyordu.
Zulüm yüklere kadar yükselmişti.
Aşağıya inen dumanları gözleri görmez hâle getiriyordu.
Taş üstünde taş bırakılmamıştı.
Bununla yetinmiyorlar ve hiçbir omuzda baş istemiyorlardı.
O kadar ki, çocuklar hedef alınıyor onların minik ellerinden bile korkuyorlardı.
Yaşlı ve yaşmaklı yaşlı kadınların, ninelerin alın çizgilerindeki yaşanmışlıklara bile en küçük tahammülleri yoktu.
Acımasızca onları da katlediyorlardı.
İnsanların bir umutla sığındıkları, hastaneler ve ibadethaneler de atılan bombalardan kendini kurtaramıyorlardı.
Bu bir katliamdı.
Soykırım idi.
Kendini medeni sayan dünya bu medeniyetsizliğe, hunharlığa, barbarlığa kulak tıkıyordu.
Ya da kendilerince tutarsız mazeretler öne sürüyorlardı.
Ve güya demokrasiye sığınıyorlardı.
Filistin halkına reva görülen bu vicdansız acımasızlık her zaman vardı.
Zalimler elinden kırbacı hiç bırakmıyorlardı.
…
GAZZE’DE insanlık alev aldı yanıyor.
Kalpler yanıyor.
Gelecek ve ona dair umutlar yanıyor.
…
EN çok dünyalı değiliz diyenlerin dünyeviliğe battığı bir dönemdi.
Şimdi de öyle.
Hem de dibine kadar.
Herkes başkasının kusuruna odaklı bakarken kendisine kördü.
Zemzemle yıkanmış oldukları duygusuna sahiptiler.
Görünürde hüsnü niyet taşıyorlardı. Hatta iyilik melekleri olarak kendilerini tanımladıkları bile oluyordu.
Kendilerini kurtaramamışlardı ama dünyayı kurtarmaya hazırlardı.
Dilleri temizdi. Güzel cümleler kuruyorlardı.
Işıltılı ama dışarıya dönük bir yaşamları vardı.
İlimde, bilgide, hikmette ve teknolojide çok ilerlemişlerdi.
Herkes her şeyi fazlasıyla biliyordu. Bu durum bir benlik haline gelmişti.
Yıkıcı eleştiri bu nedenle neredeyse ayyuka çıkmıştı.
Kimse haksız olduğuna en küçük bir ihtimal bile vermiyordu.
Haklılıklarına dair öyle çok kanıtları vardı ki, zaman zaman buna kendileri bile şaşırıyorlardı.
Bıyık altı gülmelerinde bu üstün yeteneklerine gönderdikleri bir takdir hissi gizleniyordu.
Gece her şeyi örtüyorsa da burada başarısızdı.
…
MERHAMETİ örtünemiyorlardı.
Şefkat ikliminden uzak kalınmıştı.
Dostluk ise bu ülkeden çoktan tasını tarağını toplayıp gitmişti.
Kelimeyi herkes biliyordu ama içeriğini, barındırdığı manayı hatırlayan çıkmıyordu.
Ve bu sebeple tartışıyorlardı.
Günler, geceler, aylar, yıllar süren tartışmalardı bunlar.
Bir sonuç alamamışlardı.
En son biri çıktı ve “Biz nerede yaşıyoruz*” diye sordu. “Burası neresi?”
Uzun bir sessizlik sonrasında uzaklardan bir ses duyuldu.
“Cinnet koridoru burası.”
Herkes susmuştu.
Şimdi sustuğumuz gibi.
Her konuda gevezeliğe varana kadar konuşurken bu konuda susuyorduk.
Utanç veren bir sessizlik.
Cinnet koridorunda yerin dibine batmaktan beter üstelik…