ÜZÜLEREK söyleyelim ki, çoğumuzun hayatı benlik savunmamaları ile geçer.
Saldırıya uğradığımızı düşünürüz.
İnsanlar bizim düzenimizi bozmak, konforumuzu tarumar etmek, başkalarının yanında küçük düşürmek üzere her an hazırdırlar ve ellerinden gelenin fazlasını bile yapmaktadırlar.
Böyle düşünüyoruz maalesef.
Hayatımız neredeyse savuma manevralarından oluşmaktadır. Tanık olduğumuz hayatlar bize bunu söylüyor.
Aslına bakarsanız etkisiz bir eylemdir. Olumlu bir sonucu yoktur.
Bizler nasıl bir savunma mekanizması ile hayatımızı kurguluyor, sahip olduğumuzu düşündüğümüz alanları bu yöntemle koruyorsak başkaları da aynı tarzda yapıyor bunu.
Yani aşinayız biz, bize.
Başkaları bir şey elde etmek üzere bize yaklaştıklarında onların bu davranışlarının kodlarını yılların verdiği tecrübeyle nasıl çözüyor ve ona göre tedbirimizi alıyorsak, onlarda öyle yapıyorlar.
Aynı manevraların muhatabıyız. Sistem aynı.
Kendimizi öne çıkaran, başkalarının hayranlıklarını kazanmak üzere geliştirdiğimiz davranışlar var. Çevremizde sürekli bunu yapan, daima ben diye başlayan cümleler kuran, nutuklar atan, söze nereden başlarsa başlasın muhakkak kendisine getiren ve dikkatleri üzerinde tutmak üzere çabalayan ne çok insan var.
Belki de bizde onlardan biriyiz.
Hayallerimiz toplum üzerine değil.
Birlikte yaşadığımız ve borçlu olduklarımıza karşı sorumluluklarımızı bihakkın yerine getirmek yerine kendimize borçlandırmayı yeğliyoruz.
Burada elbette bir erdem probleminden de bahsetmemiz gerekir.
Hastalık boyutunda kendine düşkünlük göstermenin kök nedenlerini bulmadan, yetiştirme tarzımızı ve sonrasında üzerine koyduklarımızı sorgulamadan bu işin altından kalkmamız zor görünüyor.
En azından ben öyle düşünüyorum.
Bu kadar kendimize düşkün oluşumuz fazla değil mi?
Yektayız, biriciğiz ve herkes bizi bekliyor anlayışına bürünmüş bir kişilikten hayırdan çok zarar gelmez mi?
Bu kişiliklerin ilk tahribatı kendilerine ve yakın çevrelerine olmaz mı?
Kendilerinde vehmettikleri bu yücelikleri çevresi fark ederek buna göre davranmadığında, bu hislerini beslemediğinde bir benlik yaralanması yaşıyorlar.
Sonrasındaysa savunma refleksleri geliyor ve çoğunlukla bununla da yetinilmeyip saldırılar başlıyor.
Bakın çevrenize, dikkatle gözleyin.
Benlik savunmaları ve benlik saldırılarının ne kadar alenen yaşandığını hayretler içinde göreceksiniz.
Anne tarafından daha ilk günden itibaren dünyanın en akıllı, en güzel, en becerikli, en şöyle, en böyle şeklinde tarif edilerek bu yönü beslenerek büyütülen bir çocuğun ergenlik ve yetişkinlik dönemlerinde bunun tam da böyle olmadığını öğrenerek gerilere hatta yer yer sonlara düşmesi onda nasıl bir benlik yaralanması açacaktır acaba?
Bunu kolay kabullenmez, inkâra düşer ve ölünceye kadar bunun savaşını verir. Umulur ki, bir Hak kapısına düşsün ve ruhuna bir irfânî müdahale yapılsın. Yoksa benliğinin çökmemesi için başlattığı mücadeleden vazgeçmez ve hayatı herkse zindan eder.
Evvela kendine tabi.
Bencilliğe dönüşen ben’le yaşamak ne kadar zor. Böyle kişilerin birinci sıradan hayatlarından olmak belki de bundan da zordur.
Benliğimizin kara delikleri hayatı yutuyor. Bizi yutuyor. Öğütüyor. Bizi kendisine köle yapıyor.
Gerçekte bir köle iken efendilik mücadelesi verdiğini düşünen zavallılar olarak göçüp gidiyoruz.
Ne yazık.
Yetinme duygusu sanırım benlik savunmaları ve savaşlarının panzehiri… Doyurulmamış ve çok doyurulmuş yanlarımızı bulup telafi etmeden bu işin içinden çıkabilmemiz zor görünüyor.