VAR OLMA VEYA YOK OLMA SAVAŞI
Reklam
Necdet TOPÇUOĞLU

Necdet TOPÇUOĞLU

ŞİMAL YILDIZI

VAR OLMA VEYA YOK OLMA SAVAŞI

13 Ağustos 2020 - 00:40

Atatürk'ün hayatındaki en zor gün 26 Ağustos 1922 günüdür. Çünkü bu tarih Türklerin Anadolu'daki son bağımsız günü olabilirdi. Atatürk de bunun farkındaydı. Devlet 1911'den itibaren tam 11 yıldır savaştığından, gücü tükenme noktasına gelmişti. Atatürk 1921'de Sakarya Savaşı'nı kazanmış, ancak ordunun önemli bir kısmı firar etmişti. Üstelik mevcut subayların çoğu şehit olmuştu. Yunan ordusu ise Ankara önlerinden çekilip Afyon-Eskişehir eksenine İngiliz destekli "muazzam" bir savunma hattı kurmuştu. İngilizler bu savunma hattı için "Türkler bu hattı 6 ayda geçerlerse 6 günde geçmiş sayabilirler" diyordu. Savunma hattının o kadar sağlam olduğunu düşünüyorlardı.
 
Atatürk durumu biliyordu ve ordunun uzun süreli bir savaştan sonuç alamayacağını düşünüyordu. Savaş uzarsa cephane, erzak ve paranın yetmeyeceğine inanıyordu. En kötüsü Batı Anadolu’nun Yunan toprağı olması riski bulunuyordu. Bu nedenle düşmanı tek vuruşla imha etmek ve Anadolu'dan atmak gerektiğine düşünüyordu. Bunun için riskleri olduğunu kendisinin de bildiği bir plan hazırlamıştı. Sonuç ‘’Ya büyük bir bozgun ya da büyük bir zafer’’ olacaktı.
 
Bu planı, Mustafa Kemal, Mustafa İsmet, Mustafa Fevzi olmak üzere sadece üç Mustafa biliyordu. O kara günlerde Yunan ordusu Ertuğrul Bey, Osman Bey, Orhan Gazi gibi tarihi büyüklerimizin mezarlarını çiğniyor, üç Osmanlı başkentinde Türkleri aşağılıyordu. Meclis savaşmak için Atatürk'e baskı yapıyor, Atatürk ise 27 Temmuz'da futbol maçı düzenliyor, Ağustos ortalarında çay partisi veriyordu.

          Bilindiği gibi Türk Milleti’nin tarihi savaş taktikleri ile doludur. Attila'dan Kılıçarslan'a, Selçuk Bey'den Fatih'e, Timur'a ve Mustafa Kemal'e kadar uzanan savaşmayı sanat olarak gören bir askeri akıl söz konusudur. Aslında futbol maçı ve çay partisi işin taktiksel tarafıydı. Aslında Mustafa Kemal savaşın son hazırlıklarını yapıyordu. Meclis'te Atatürk öyle eleştiriliyordu ki, bu eleştirileri duyan Yunan ordu yetkilileri, Türklerin içine düştüğü durumdan keyif alıyor, rahat bir şekilde olan biteni izliyorlardı. Zaten Atatürk'ün istediği de buydu. O, muhaliflerini de hazırladığı savaş taktiğinin bir parçası haline getirmişti.

          Atatürk, savaştan birkaç gün önce, çay partisi verildiği esnada hızlıca Konya'ya geçmişti. Telgraf ve posta teşkilatı basılarak, kontrol altına alınmış, böylece geldiğini kimsenin duyması mümkün olmamıştı. Oradan cepheye geçerek hazırladığı savaş planını komutanlarla müzakereye açmıştı. Paşalardan Harbiye'nin eski strateji uzmanı Yakup Şevki Paşa itiraz etmişi. Paşa'ya göre bu bir delilikti. Kaybetme riski yüksek, başarısızlık halinde Ankara düşer, Milli Mücadele kaybedilir, Anadolu tamamen işgal edilebilirdi.

          Yakup Şevki Paşa, bu plana göre cephane ikmalinin mümkün olmayacağını iddia ediyordu. Yani kurşun biterse işimiz kılıçlara kalır, makineli tüfeğe karşı kılıçla nasıl savaşılır diye soruyordu. Aslında haksız da sayılmazdı. Atatürk "İkmali düşmandan yaparız" demişti. Yani düşman ele geçmezse ordumuzun imha riski bulunuyordu. Tartışma uzayınca Atatürk "Uğraşa uğraşa, ancak bir yılda düşmanla az çok denk bir hale gelebildik. Bir daha bu gücü yaratamayız. Bu sefer kesin sonuç almak, savaşı bitirmek zorundayız. Bunun için de, tehlikesine rağmen, bu planın uygulanmasından başka çare göremiyorum’’ dedi. Yakup Paşa "Bu planla kaybedersek vatan haini ilan ediliriz ve Meclis bizi asar" diye itirazını sürdürünce, Atatürk net konuştu; "Korkmayın paşam, Sorumluluk bana aittir. Kaybedersek beni hemen asarsınız!" mesele hallolur, diye yatıştırmaya çalışmıştır.

          Peki ne yapılacaktı? Plan neydi? Esasen Yakup Paşa haklıydı. Atatürk'ün planı ters cepheydi. Taarruzdan bir gece önce ordunun neredeyse tamamı mevzileri terk ederek yer değiştirecekti. Bu durum fark edilirse koca ordu hareketli halde yakalanır ve bir gecede imha olabilirdi.

          Nihayet karar verildi, taarruzdan bir gece önce, 25 Ağustos günü, hava karardıktan sonra ordu harekete geçti. Cepheyi terk ederek, Şuhut dağları arasından, bir patika vasıtasıyla Yunan hattının güneyine sızdı. Bunu kimse fark edemedi. Milletin kaderini değiştirecek ordu, koca toplar, silahlar, onca yük, sessiz sedasız şekilde varması gereken yere vardı. Gün ağırmadan önce bombardıman başlayacaktı. Dakikalar geçmek bilmiyordu.

          İsmet Paşa bombardımanı başlatmak için emir bekliyordu. Fakat hiç hesapta olmayan bir şey olmuş, etrafı sis basmış, toplar adeta kör olmuştu. Bu şekilde bombardımanın başlaması mümkün görülmüyordu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor, herkes şaşkındı. Hava gittikçe aydınlanmaya ve fark edilme riski artmaya başlamıştı. Talihsiz bir doğa olayına karşı yapılacak hiç bir şey yoktu. Zaman hızla akıp geçiyordu.
 
          Mustafa Kemal Paşa bir ara yerinden ayrıldı. Bölgedeki kayalıkların bulunduğu yere gitti. Yalnız başına kayaların arasına girdi. Etraftakiler şaşkındı. Kayalıktan çıkıp yürüdüğü esnada ekipten bir kişi fotoğraf makinesini alır ve o tarihi anın fotoğrafını çeker. Havanın iyice aydınlanmaya başladığı sırada sisin hızla dağılmaya başladığı görülür. Düşman mevzileri görünür hale gelince derhal bombardıman için İsmet Paşa'ya talimat verilir.
 
          26 Ağustos 1922 günü, saat 05:30'da Türk topları sessizliği bıçak gibi yırtar. Cephane kısıtlı olduğundan toplar mevzileri yok edene kadar ateşin durmaması gerekiyordu. Aksi halde taarruz yapılamazdı. Üstelik ordu dağlık arazide çok ters bir halde kalabilirdi. Toplar birbiri ardına ateşlenirken, Mustafa Kemal'in stresi arttıkça artıyordu. Yaveri ve koruması Yarbay Muzaffer Kılıç onunla birlikte bombardımanı izlerken, Mustafa Kemal'in fısıldadığı cümleleri işitmişti.
 
          ‘’Ya Rabbi! Sen Türk ordusunu muzaffer eyle! Türklüğün ve Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade etme!" İsmet Paşa'nın bombardımanı bir sanat tablosu gibiydi. Yunan mevzileri tam isabet vuruluyordu. Yunan komuta kademesi bu baskını "gerçek taarruzu gölgelemek isteyen yanıltma girişimi" olarak algılamıştı. Asıl hamle doğudan bekleniyordu. Oysa ordu güneydeydi. Taktik adım adım işliyordu.
İsmet Paşa'nın topları kısa sürede Yunan mevzilerini parçalamıştı.
 
          Sıra Türk askerindeydi. Tepeler birer birer sarılıp ele geçirilmeye başlamıştı. Bu sırada Yunan karargahı, İzmir'de bulunan Yunan başkomutana erişemiyordu. Çünkü telgraf hatları kesilmişti. Gelen haberler nedeniyle karargahın kafası karışıktı. Güneydeki baskın gerçek bir taarruz muydu, yoksa bir yanıltmamıydı karar verilemiyordu. Komutan Trikupis’in her ihtimale karşı birlik kaydırmaya başladığı sırada, Yunan başkomutandan telgraf gelir. Başkomutan Hagi Anesti, baskının bir şaşırtmaca olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle birlik kaydırma hamlesi durdurulmuştu.
 
          Baskın basanındır, Türk ordusu bölgeyi iyice ele geçirmeye başlamıştı. Yunan başkomutan İzmir'deydi. Ama Türk başkomutan bizzat cephedeydi!
Ertesi gün, hava ağarırken ikinci bir taarruz gerçekleştirildi. Türk askeri Afyon'a girdi. Mustafa Kemal, karargahını derhal Afyon'a aldırdı. Savaşın içinde olmak istiyordu. Taarruzun adı Kurt Kapanı'ydı! Yunan karargahı savaş taktiğini geç de olsa sezmiş ve tüm ağırlığı güneye kaydırmaya başlamıştı. Bu defa Yakup Şevki Paşa kuzeyden taarruza kalkmış ve Yunan ordusunu şaşkına çevirmişti.

          29 Ağustos günü Türk ordusu Yunan ordusunu Dumlupınar'da kuşatır. Düşman kurt kapanına girmiştir. Türk askeri süngü hücumuna kalktığı esnada Atatürk adeta sinir boşalması yaşamıştır. Ateş hattına girerek, siperlerin üzerine çıkar. "Hagi Anesti! Gel de ordularını kurtar!" diye haykırır!

          30 Ağustos günü Yunan ordusunun bozguna uğratılarak kaçmaya başladığı görülmüştür. Ancak geri çekilip yeniden mevzilenmesine fırsat verilmemesi gerekiyordu. Bu nedenle Atatürk o tarihi emrini vermiştir. Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir! İleri! Bu emri alan ordumuz bozulan düşman ordusunu kovalamaya başlamıştır. Asker yorgundu ama emir kesindi. Önce Uşak'a girilmiş, Ardından 2 Eylül’de Yunan ordu komutanı Trikupis esir alınmıştır.
 
          Türk ordusu 400 km'lik hattı 9 günde geçerek harp tarihi açısından emsali görülmemiş bir başarı elde etmiştir. 2 Eylül'de Eskişehir'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül'de Aydın'ı, 8 Eylül'de Manisa'yı düşmandan geri alarak, 9 Eylül'de İzmir de Yunan'ı denize dökmüştür.
 
          Türk askerinden hemen sonra, 10 Eylül günü Mustafa Kemal İzmir'e varmıştır. Tüm Anadolu bayram ediyordu. İzmir kurtarıldıktan kısa süre sonra, bir gemi limana yanaşıyordu! Mustafa Kemal taarruzdan hemen önce Fethi Bey'i İngiltere'ye göndererek sorunun savaşsız çözülmesini sağlamaya çalışmıştı. Bu çaba işe yaramayınca Fethi Bey’in önce Roma'ya daha sonra da İzmir'e geçmesini emretmişti. Fethi Bey de İzmir’in alındığından habersiz, "Herhalde Yunan ile yeni görüşmelere başlayacağız, zaten Yunan başkomutan da İzmir'de, o yüzden oraya gönderiyor" zannetmiştir.
 
          İzmir artık Türk Milleti’nin olmuştu. Bir Milletin kara talihi mağlup edilmiş, var olmak yok olmak mücadelesi kazanılmıştır. Tarihi galipler yazar. Türk Ordusu Mustafa Kemal’in emir ve komutasında tarih yazmıştır. Keşke bu savaşı Yunan kazansaydı diyenler var ya, başlarını ellerinin arasına alıp, tekrar düşünsünler, şimdi bu topraklarda kimler olurdu. Ayasofya’yı ibadete açarken Atatürk’e hakaret edenler tekrar düşünsünler, Yunan kazansaydı şimdi ibadete açacağınız bir Ayasofya olurmuydu? İşte bir savaş böyle kazanıldı. Bu şanlı zaferi tarihimize yazdıran tüm ecdadımızı rahmet ve minnetle anıyorum.
 

         
 
 

Bu yazı 1098 defa okunmuştur .