Necdet Topçuoğlu
Bir ülkede tarım sektörü, sanayi sektörünün itici gücü olmalıdır. Genel ekonomik yapı içinde her sektör, ekonominin tabi dengeleri içinde yerini almalıdır. Dengeli kalkınma modelini esas alan ekonomilerde sadece lokomotif sektörün önceliği vardır. Diğer sektörler, lokomotif sektörün itici güçleri olarak katkı sağlamalıdır.
Tarım da temel amaç, bir ülkenin öncelikle kendi kendine yeterli olmasıdır. Fazla üretimin ihraç edilmesi, ülkeye döviz kazandırması yönünden önemlidir. Türkiye hiçbir dönem bütün ürünlerde kendi kendine yeterli olamamıştır. Eski yıllarda böyle bir ifade kullanılmış olsa da, bu söylem gerçeği yansıtmamaktadır. Bazı ürünlerde yetersiz üretim, bazı ürünlerde de fazlalıklar olmuştur. Yıllar ilerledikçe üretimde meydana gelen artışlar, nüfus artışının gerisinde kalmıştır. Meydana gelen açıklar verim artışları ile karşılanmaya çalışılsa da ilerleyen zaman içinde nüfus artışına yetişememiştir.
Tarımın yapılabilmesi için öncelikle uygun kalite ve büyüklükte arazi, tarım kültürünü ayrıntıları ile bilen çiftçilere ihtiyaç vardır. Arazi ve çiftçi olmadan tarım yapılması mümkün değildir. Bunlara ek olarak sermaye, tohum, gübre ve zirai ilaç gibi girdiler gereklidir. Türkiye’de yıllardır sürdürülen ilkesiz tarım politikaları sebebiyle, çiftçi sayısı oldukça azalmış, tarım topraklarının büyük bir çoğunluğu da Medeni Kanundaki miras ilişkileri sebebiyle üzerinde tarım yapılamayacak kadar parçalanarak, küçük arsalar haline dönüşmüştür.
Bu durumu tarımsal yapının bozulması olarak açıklamak mümkündür. Topraklar parçalanmış, çiftçiler geçimlerini sürdüremedikleri için, kentlere göç ederek, başka sektörlerde istihdam arayışına girmişlerdir. Kırsal kesimdeki fakirlik, insanları kentlerin varoşlarına sürmüştür. Halbuki doğrusu, kentlerde açılan istihdam alanlarının, kırsal kesim nüfusunu tabi dengeler içinde kentlere çekmesidir. İzlenen politikalar bu sağlıklı geçişi sağlayamadığı için, kentler adeta köyleşmiştir. Bu durum sosyolojik sorunları da beraberinde getirmiştir.
Yaşamakta olduğumuz ekonomik darboğazlar sebebiyle tarımın önemi anlaşılmış olup, hemen hemen her siyasi kurum tarıma önem verilmesi gerektiğini söylemektedir. Ancak hiç birisi öncelikle bozulmuş olan tarımsal yapının düzeltilmesinden bahsetmemektedir. Osmanlı döneminde tarım arazileri Has, Zeamet ve Timar diye üçe ayrılıyordu. Her işletme, bütünlüğü bozulmadan bir işletmeciye veriliyor, verimli işletemediği görülürse geri alınarak, daha iyi işletebilecek başka işletmeciye tahsis ediliyordu. Bu toprak düzeninin şimdiki toprak düzeninden daha sağlıklı olduğunu kabul etmek durumundayız.
Medeni Kanunumuz İsviçre Medeni Kanunundan alınırken, tarım işletmelerinin bütünlüğünü koruyan maddesi alınmamıştır. Bu sebeple Cumhuriyet Tarihi boyunca tarım arazileri mirasçılar arasında sürekli bölünerek ekonomik ölçekli işletme büyüklüğünün altına düşmüştür. Bu durum 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanma Kanunu ile düzeltilmeye çalışılmış ise de fiili uygulamalarda sonuç değişmemiştir.
Avrupa Birliği ülkeleri ve ABD’de tarım işletmelerinin bütünlüğünün korunması Kanunla güvence altına alınmıştır. Sadece uygulamalarda farklılık görülmektedir. Avrupa’da miras olarak kalan tarım işletmesinin işletme hakkı, evlatlardan büyük olana verilirken, ABD’de evlatlardan durumu işletmeye en uygun olana verilmektedir. Bu nedenle tarımsal yapı bozulmadan devam etmektedir.
Türkiye’de tarımsal işletmelerinin %81’i 100 dekardan küçük arazi varlığı ile küçük işletmeler grubuna girmektedir. Bu işletmeler toplam tarım arazisinin ancak %29’una sahiptir. İşletmelerin %26’sı 20-49 dekar işletme büyüklüğü grubunda yoğunlaşmıştır. 200-500 dekar arasında arazisi olan işletmeler, toplam arazinin %24’üne sahiptir. Türkiye’nin tarım arazisi dağılımı, gelir dağılımına benzemektedir. Oradaki çelişki tarım arazisi dağılımında da kendisini göstermektedir. Tarım arazilerinin %29’una çiftçilerin %81’i sahipken, arazilerin %71’ine çiftçilerin %19’u sahiptir. Bu çarpıklık düzeltilmeden, tarımsal yapının düzeltilmesi mümkün görülmemektedir.
Doğrudan gelir desteği ve alan bazlı destek uygulamaları başladığından bu yana, küçük arazi sahiplerinin arazilerini ekip, dikmedikleri görülmektedir. Sadece desteği alıp arazilerini boş bırakmaktadırlar. Son on yıl içinde hububat ekiliş alanı on milyon hektardan, 7,2 milyon hektara gerilemiştir. Bu nedenle desteklemenin alan bazlı değil, ürün bazlı olması zorunlu görülmektedir.
Türkiye tarımsal yapının, tekrar ekonomik ölçekte tarım yapılabilir duruma getirilmesi için çözümler üretmek zorundadır. Bunun dünya da ve yurt içinde örnek uygulamaları mevcuttur. Ya kooperatif işletmeler kurulmalı, ya da ortakların mülkiyetinde şirketleşmeye gidilmelidir. Yozgat, Kadışehri, Kabalı Havzasında başarılı bir şirket uygulaması mevcuttur. Üzücü olan başarılı bir uygulama olan bu girişimin hiçbir aşamasında Tarım ve Orman Bakanlığı yoktur. Söz konusu uygulama, burada yazılamayacak kadar uzun bir makale konusudur.
Tarıma önem verilmelidir diyen çevrelerin, önce bozulan tarımsal yapının nasıl düzeltileceğini anlatarak işe başlamaları gerekmektedir. İkinci olarak iklimin düzeltilmesi için ağaçlandırma çalışmalarına hız verilmeli, su tasarrufu sağlayacak projelere yatırım yapılmalıdır. Çok önemli olan bu alt yapı tedbirleri alınmadan tarımın düzeltileceğini söylemek, hayalden öte bu işi bilmemektir.
Tarım sektöründe neredeyse çiftçi kalmamıştır. Kimse çiftçilik yapmak istememektedir. Fakirlikten kentlere göç eden ve varoşlarda geçim mücadelesi veren o insanların tekrar çiftçilik yapabileceği şartlar hazırlanmalıdır. İnsanlara para vermek çözüm değildir. Para vermek, balık vermek gibidir. Halbuki insanlara balık vermek yerine, balık tutmanın öğretilmesi gerekir. Bu da üretim eksenli kalkınma modeline geçilmesiyle mümkündür.
Bu vesile ile tarımsal üretimin her kolunda çalışan, kadını ve erkeği ile alın teri döken, bütün çiftçilerimizin, sorunlarının çözüleceği günlerin bir an önce gelmesini gönülden dilerim. Milli ekonominin temeli tarımdır. Tarımsal üretim çökerse bütün ülke altında kalır. Paramız var alırız diyenler, alamayacaklarını acı gerçekler ile yüzleştiklerinde anlayacaklardır. Her ülke öncelikle kendi ülkesel ihtiyaçlarını karşılamak, artan ürünü satmak zorundadır. Tarımsal üretimde kendi kendisine yeterli olmayan ülkeler, paraları olsa bile açlık tehlikesiyle yüzleşmek zorunda kalacaklardır.
(17, Kasım, 2024-Ankara)
YORUMLAR