Necdet Topçuoğlu
Sermayenin vatanı yoktur. Sermaye sürekli kâr etmenin peşindedir. Kâr neredeyse sermaye oraya gider. ABD’de tanıştığım İsrail’li arkadaşım bana bu durumdan yakınmıştı. Biz Yahudiler bu sermayenin peşinden koşarken vatansız kaldık demişti. Sizin Atatürk var ya, gerçekten büyük adammış derdi. Neden diye sorunca ’’köylü milletin efendisidir’’ demiştir. Köylü toprak mülkiyetinin sahibidir. Köylü var oldukça topraklar sahipsiz değildir. Şimdi bu sözün nereden geldiğine bakalım.
Mustafa Kemal Atatürk 1913 yılında, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleriyle yaşadığı fikir ayrılıkları sebebiyle, Enver Paşa tarafından Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderilmiştir. O tarihlerde Bulgaristan henüz 5 yıllık genç bir ülkedir. Sofya’da diplomatik erkanın kahvaltı yaptığı meşhur bir pastahane bulunmaktadır. Atatürk de kahvaltı için oraya gitmektedir. Pastahaneye bir sabah bir köylü gelmiştir. Yanındaki bohçasını bir kenara bırakarak uygun bulduğu masaya oturmuştur. Garson gelir ve ne istediğini sormadan köylü, süt ve kek istemiştir. Garson ise köylünün pastahaneden ayrılmasını söyler. Köylü itiraz eder. Bunun üzerine birkaç garson daha gelip derhal dışarı çıkmasını isterler.
Köylü öfkelenir ve bağırmaya başlar. “Senin sattığın sütü ben üretiyorum. Senin sattığın pasta, börek, çöreğin ununu ben üretiyorum. Peynirini, yoğurdunu ben üretip veriyorum. Pastahaneye koyduğun meyveyi ben üretiyorum ve sen benim ürettiklerimi bana vermiyorsun öyle mi? Hayır çıkmıyorum ve kahvaltımı burada yapacağım!” der. Herkes şok olmuştur. Sonuçta köylünün istedikleri masasına gelir, kahvaltısını yapar ve bir miktar parayı masaya fırlatarak çıkar gider. Olayı baştan sona izleyen Mustafa Kemal Atatürk, küçük kareli not defterine şunları yazar. “Bir gün benim köylüm de bu köylü gibi olursa millet olduk demektir.” Ve ekler ” köylü milletin efendisidir” der.
Dünyada 2 trilyon dolara yakın nakit para olduğu ifade edilmektedir. Söz konusu para dünyanın her tarafına dağılmış durumdadır. Diğer ülkelerin merkez bankaları, bankaları, şirketleri, fonları, kişileri kendi ülkelerinin parasının yanında birikimlerini korumak amacıyla ellerinde dolar tutmaktadırlar. ABD’nin GSYH’si kabaca 21 trilyon dolar olduğuna göre nakit olarak piyasaya çıkardığı para GSYH’sinin yüzde 9,5’ine denk gelmektedir. Türkiye’de ise dolaşımdaki para miktarının 231 milyar TL olduğu söylenmektedir. Türkiye’nin GSYH’si 750 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir. Buna göre dolaşımdaki TL miktarının GSYH’ye oranı %4,4’ü mertebesindedir. Önceki yıllarda bu oran %3 dolayındaydı, pandemi sebebiyle para basılınca oran yükselmiştir.
Sıcak para sahipleri bir ülkeye gitmeden önce, o ülkenin mali mevzuatını kendi istekleri doğrultusunda düzeltilmesini sağlamaktadırlar. Sermaye kendisini güvenceye almadan hiçbir ülkeye gitmez. Kemal Derviş’in 15 günde 15 yasa söylemlerini hiç birimiz unutmadık. Dış ve iç borç kıskacı altında bulanan ülkeler bu mevzuat değişikliklerini yapmak zorunda kalmaktadırlar. Sıcak para girdiği ülkede faiz, döviz, borsa ve altın dörtgeninde dolaşmaktadır. Bir de bunlara yabancı yatırımcı denilmektedir. Halbuki yabancı vurguncu denilmesi daha doğrudur. Sıcak para girdiği ülkede kur farkından, yüksek faiz ve borsadan vurduğu paraları alıp kaçmaktadır. Bunun çözümü ekonomiyi sıcak paraya muhtaç olmaktan kurtarmaktır.
Aslında borsa, faiz ve döviz ekseninde, üretmeden para kazanılmasına imkan sağlayan ekonomi, üçkağıt ekonomisidir. Bu sistemden kurtulmadıkça sömürülmekten kurtulmak mümkün değildir. Kitaplar dolusu ekonomi bilimi, aslında iki sihirli kelimeden ibarettir. Bunlar, arz ve talep’ tir. Ben üretimi savunan bir yurttaş olarak arz ekonomisinden yanayım. Arz ekonomisindeki en önemli sorun, üretim maliyetlerindeki rekabettir. Ucuz maliyet imkanına sahip olan ekonomiler rekabet üstünlüğüne sahiptirler. Bunun için yüksek teknoloji, ucuz işgücü ve düşük faizli sermaye gereklidir. Dünya da Çin bu avantajı kullanarak ekonomisini güçlendirmiştir. Türkiye kur artışlarıyla işgücünü ucuzlatarak yabancı yatırımcıların köle pazarı olmayı tercih etmektedir. İstihdam sorununun böyle çözüleceğine inanmak son derece yanıltıcıdır.
Faizle oynamanın bir sınırı vardır. Sürekli faizle oynanır, ya da faiz çok yüksek tutulursa yatırımlarda gerileme, talepte düşme gibi başka sorunlar ortaya çıkmaktadır. O nedenle dönüp dolaşıp geleceğimiz yer yapısal reformlar olmaktadır. Bugün içinde bulunduğumuz durumda önce kanamanın durdurulması zorunludur. Bunun için politika faizini en az 800 baz puan yükseltmek gerekmektedir. Maalesef faiz üzerinden siyasi rant sağlamaya çalışılmaktadır. Piyasada vatandaşa uygulanan faizlerde bir düşme yoktur. Faiz nedeniyle icralar hacizler devam etmektedir. Faizi ekonomi dışı bir unsurmuş gibi görmek bilimi inkar etmek demektir.
Türkiye bir an önce açık rejimlerle yönetilen demokratik devletler ailesine geri dönmelidir. Başta hukuk, hür basın ve eğitim konularında reformlar yaparak, üretim için eğitim sistemine geçmelidir. Bilim ve teknolojide gelişme sağlanmadan, sadece ithal ara mallarına dayalı ihracatla ekonomik kalkınma mümkün değildir. Kamunun borcu çevrilebilir sınırların dışına çıkarılmamalıdır. Dünya da bir akrep gibi dolaşan ve sokacak ekonomi arayan sıcak para kıskacına düşülmemelidir. Ekonominin kendi yasaları vardır. Bozulan dengelerin idari kararlar ile düzeltilmesi mümkün değildir.