Necdet Topçuoğlu
Ömür çok kısa, zaman çok değerlidir. Bu nedenle okuyacağımız kitapları seçerken hassas davranmak gerekir. Felsefe okumaktan büyük keyif alırım. Okudukça her insanın kendisine göre bir felsefesinin olduğunu düşünürüm. Bu günlerde öğrencilik yıllarımı özledim. Bir tavsiye üzerine okuduğum, ünlü düşünür Platon’un ‘’Devlet’’ adlı kitabını yeniden okuma fırsatı buldum. Okuduklarım bende kalacaksa topluma hiçbir faydası olmaz. Önemli gördüklerimi paylaşmanın bir hizmet olduğuna inanıyorum. Bu yazımda ünlü düşünürün ‘’Mağara Benzetmesi’’ kurgusunu anlatmak istiyorum. Başlarken Platon hakkında kısa bilgiler vermenin uygun olacağını düşünüyorum.
Tarihi belgeler, Platon’un asıl adının Aristokles olduğunu yazmaktadır. Sporla ilgilendiği için ona geniş omuzlu anlamına gelen Platon lakabı verilmiştir. Ünlü düşünür bütün eserlerini Platon ismi ile yayımlamıştır. Gerçek adı olan Aristokles’in ise en itibarlı kişi anlamına geldiği ifade edilmektedir. Aynı zamanda matematikçi olan Antik Yunan filozofu Platon, Atina Akademisi’nin kurucusudur. Söz konusu akademi günümüzdeki modern üniversitenin ilk adımı olarak değerlendirilmektedir. Platon, “Yeryüzünde barışı sağlayacak sihirli değnek analarla öğretmenlerin elindedir. Eğitim demek ruhtaki güzelliği ve mükemmelliği son mertebesine kadar geliştirmek demektir.” Demiştir.
Platon, hocası Sokrates ve öğrencisi Aristotales ile birlikte felsefe tarihinin en önemli isimlerindendir. Sokrates’ten aldığı ilhamla teorilerini ahlakçı ve etik görüşler temeli üzerinde kurmuştur. Platon’a göre felsefenin ana sebebi, insanlığın mutluluğu ve yetkin bir hayatın temin edilmesidir. Yetkin bir hayat ise ancak erdemli bir yaşamla mümkündür. Platon’a göre dört ana erdem; İdareciler için “Bilgelik”, koruyucu kesim için “Cesaret ve yiğitlik”, üreten kesim için “Ölçülülük”, bütün sınıflar için “Adalet” şeklinde sıralanmıştır. Siyaset felsefesinin başyapıtı olan Devlet isimli kitap, kendi içinde on bölümden oluşmaktadır. Mağara benzetmesi kitabın yedinci bölümünde yer almaktadır.
Mağara benzetmesi teorisine göre, bir grup insan, ömürleri boyunca karanlık bir mağarada, etraflarını görmeden yalnızca önlerinde bulunan duvara bakacak pozisyonda bağlı bir şekilde hapsedilmişlerdir. Doğdukları andan itibaren hayatlarını bu sistem altında yaşayan insanların görebildikleri tek şey, mağaraya ışığı sızan ateşin önünden geçen insanların, hayvanların veya nesnelerin gölgeleri, duyabildikleri ise yine bu insanların veya hayvanların seslerinin yankılarıdır.
Bu insanların hayatları, görüp duydukları gölge ve seslerin gerçekliğine inanmakla geçmiştir. Platon’un geliştirdiği teoriye göre, içeride bağlı bulunan mahkumlardan bir tanesi, prangalarından kurtulmuş ve mağarada serbest şekilde dolaşmaya başlamıştır. Başlangıçta ateşin ışığından gözleri kamaşsa da sonrasında yavaş yavaş gerçek sandığı gölgelerin kaynağını görerek bunların tamamen bir yansımadan ibaret olduğunun farkına varmıştır.
Bu mahkum mağarayı terk edip, dış dünyanın gerçekleriyle karşılaşmıştır. Sonra gördüklerini anlatmak üzere tekrar mağaradaki arkadaşlarının yanına gelmiştir. Onlara mağara da görüp duydukları her şeyin bir yanılsamadan ibaret olduğunu anlatmıştır. Ancak arkadaşları, görüp duyduklarından başka bir gerçek olduğuna inanmamışlardır. Hatta mahkumlar bu farklılığı tamamen reddederek, kendisinin aptal ve kör olduğunu söylemişler ve serbest bırakılmayı kabul etmemişlerdir.
Platon mağara benzetmesinde, kusurlu ve eksik durumda olan mağarayı toplumla, mağaradaki mahkumları toplumun herhangi bir bireyiyle, zincirleri toplum kurallarıyla ve duvara yansıyan gölgeleri de toplumda kabul gören doğrularla bağdaştırmaktadır. Gerçeğin peşine düşen ve arkadaşlarını aydınlatmaya çalıştığı için dışlanan bireyi ise dönemin filozoflarına benzetmektedir.
Ünlü düşünür kurguladığı mağara benzetmesiyle, sürü psikolojisiyle kendi algı mağaralarında yaşayan insanları anlatmayı hedeflemiştir. Bu insanlara gerçeklerin anlatılmasının oldukça zor olduğunu izah etmeye çalışmıştır. İnsanlar alışkanlıklarına bağlı sosyal varlıklardır. Gerçeklerle yüzleşmeleri cesaret istemektedir. Özgürlükleri ellerinde olsa bile prangalarından kurtulmuş olan insanlar, alışık oldukları mağaradaki yaşantılarına geri dönmek istemektedirler.
1999 yılında Kırgızistan’da bir Kolhoz da nalbant olarak çalışan köylü ile konuşmuştum. Kominizim sonrası Devlet tarafından kendisine 400 dekar arazi verildiğini söylemişti. Köylü yetkililere, bana verdiğiniz toprağı yine Kolhoz işletsin, ben de nalbant olarak çalışmaya devam edeyim diye cevap verdiğini söyledi. Alışkanlıklar paslanmış çivi gibidir, söküp atmak kolay değildir. Bu durum insanlık tarihi boyunca böyle olmuş, bundan sonra da olmaya devam edecektir.