Önemli olma duygusu, bazen insanların vazgeçilmez oldukları yanılgısına kapılmalarına neden olur. Halbuki hiç kimse vaz geçilmez ve yeri dolmaz değildir. Yaşam da ne dolmayacak kadar önemli bir yer, nede yeri doldurulamayacak kadar müstesna bir kişi vardır. Yalnız Peygamberleri bu değerlendirmenin dışında tutmak gerekir. Her insanın değerini ve önemini yaşadığı dönem ve içinde bulunduğu şartlar tayin eder.
Gerçeğin sınırlarını aşan önemli olma duygusu, siyasi sahada ve bürokraside yaygındır. Gücü ele geçirdiğini veya güç dengesi kurduğunu sananlar zaman içinde güç zehirlenmesi hastalığına yakalanırlar. Oysa Devlet sisteminde yer alan görevlilerin gücü yasalar ile sınırlıdır. Kanun ve mevzuatların tanınmaması, işte bu güç zehirlenmesi hastalığının en belirgin sendromudur.
Siyasette ve bürokraside vaz geçilmez olmak için ya menfaat ortağı, ya da suç ortağı olmak gerekir. Yoksa liyakatli, bilgili ve yetenekli olmak hiç önemli değildir. Önemli olduğunu sananlar kendilerini bir anda sistemin dışında bulurlar. Neye uğradıklarını anladıklarında ise iş işten çoktan geçmiş olur. Deniz Kuvvetlerindeki Tüm Amiral ataması ve sonucunda gelen istifa bunun en güncel örneğidir.
1990’lı yılların başında rahmetli Süleyman Demirel ve Erdal İnönü Koalisyonunda Devlet Bakanlığı Özel Kalem Müdürü olarak görev yapıyordum. 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etmiş, Rahmetli Süleyman Demirel, yine Rahmetli Erdal İnönü’nün kendisini aşmış devlet adamlığı sayesinde sorunsuz bir şekilde 9. Cumhurbaşkanı olarak Köşke çıkmıştı.
Doğruyol Partisi’nde Rahmetli Süleyman Demirel’den boşalan Genel Başkanlık Görevine Sayın Tansu Çiller seçilmişti. Çiller Kabinesi kurulup göreve başladığında, eski Bakanlar makamlarını yeni Bakanlara devretmiş, benim çalıştığım Devlet bakanlığına Sayın Ahmet Şanal gelmişti. Görev dağılımında kendisine TODAİ, Meteoroloji Genel Müdürlüğü ve Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bağlanmıştı. Bakanlar değiştiklerinde, bağlı birimlerin üst yöneticilerinin yeni Bakanı ziyaret edip tebrik etmeleri ve talimatlarını almaları Devlet teamüllerindendir.
TODAİ Başkanı ve Meteoroloji Genel Müdürü Sayın Bakanı ziyaret etmişler, Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr. Sayın Utkan Kocatürk gelmemişti. Bu tip bürokratlar Atatürk’e sığınıp, kerameti kendinden bilenlerdir. Sayın Bakan yeni olduğu için bu tür ayrıntılardan haberdar değildi. Benim de işgüzarlık yapıp kötülemek gibi bir tavır içinde olmam yakışık almazdı. Üç gün sonra bir Pazar günü Başbakanlıkta nöbetçi Özel Kalem Müdürü olarak görevim vardı ve Sayın Bakanın Baş Danışmanı ile birlikte oturuyorduk.
Saat 11:00 sularında Sayın Utkan Kocatürk geldi. Kendisi aynı zamanda tıp doktoruydu. Ayağa kalktım kendisini karşıladım ve oturduk, ne ikram edelim efendim diye sordum. Hayır bir şey almayacağım, Sayın Bakana bağlı kuruluşlardan birisinin yöneticisi olarak, kendisini önce ben ziyaret etmek istiyorum, randevu istiyorum dedi. Bulutların üstünde uçan bir tavrı vardı. Bilmeyen de Rahmetli Atatürk Anıtkabirden kalkıp gelmiş zanneder. Kaldı ki yüce insanın çok mütevazi olduğunu tarih yazmaktadır. Sayın Başkanım ilk ziyaret etme fırsatınız kalmadı, çünkü diğer yöneticiler ziyaret ettiler, sizin sadece sonuncu olma şansınız kaldı efendim dedim.
Çok kızdı ve parladı, benimle böyle konuşamazsınız, ben Atatürk’ün emaneti yüksek bir Kurumun başkanıyım dedi. Biliyorum sayın başkanım, ancak Aziz Atatürk olmadığınızı da biliyorum dedim. Tepkisi daha da yükseldi. Bunun üzerine Baş Danışman Sayın Erdoğan Güçlü durumu yatıştırmaya çalıştı ancak sonuç alamadı. Hocam arabanız var mı, yoksa sizi gideceğiniz yere bıraktırayım, Pazartesi günü ayık olduğunuz bir saatte sizinle görüşelim dedim.
Sen bana sarhoş diyemezsin diye çıkıştı. Hayır efendim siz gerçekten sarhoş olduğunuz için anlaşmakta zorlanıyoruz dedim. Kimse bana böyle davranamaz, hatta Bakan bile davranamaz dedi. Ben sana ne yapacağımı göstereceğim dedi ve çıkıp gitti. Ayağa kalkıp uğurlayacak ne bir ortam ne de gerek vardı, bende yapmadım. Ben de o yıllarda Kemalist Atılım Birliği’nin Genel Sekreterliği görevini yürütüyordum. Başkanın Rahmetli Atatürk’ü istismar etme sinden ciddi anlamda rahatsız olmuştum. Pazartesi günü uhdesinde bulunan birisi üçlü kararnameli, ikisi vekalet üç görevinden de istifa ettiğini bildiren istifa dilekçesini, zarfın üstüne kişiye özel kaşesi vurarak göndermişti. Yetkim olduğu için zarfı açtım. Dilekçesinde; dün Bakanlığınıza geldim, Özel Kalem Müdürünüzün davranışlarını nezaketle bağdaşır bulmadım. Böyle bir Özel Kalem Müdürü ile muhatap olmak istemediğim için istifa ediyorum, istifamın kabulünü arz ederim diye yazmış.
Dilekçesini Sayın Bakan’a götürdüm durumu izah ettim, efendim ben zaten Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’ndaki görevime dönmek istiyorum. Bu sorun da sizi sıkıntıya sokmadan çözülmüş olur dedim. Hayır, sen deneyimli bir bürokratsın bu Başkan nasıl görevden alınır bilirsin, git hazırla ve imzaları elden takip edelim, yerine de Gazi Üniversitesinden Prof. Dr. Reşat Genç hocayı getirelim dedi. Görevden alınma ve yerine atama yapılması kararnamesini bir arada hazırlayarak, Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel’in onayına sunduk. Aynı günün akşamında onaylandı ve muhterem görevden ayrılmak zorunda kaldı.
Bir gün sora Özel Kalem Müdürlüğünün önünde bir insan kuyruğu vardı. Sayın Bakanın siyasi işlerden sorumlu Danışmanına sordum, nedir bu kalabalık diye. Müdürüm Bunlar Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun Şube Müdürleri, Daire Başkanları teşekkür için gelmişler dedi. Müstafi başkan orada akla hayale gelmeyen işler yapmış, bu vesile ile hepsi meydana çıkmış oldu.
Anılarda kalan bu konuyu, kendi bürokratik yaşamımdan örnek vererek neden yazdım. Devlet sistemi içinde her kademedeki görevlinin yetki ve sorumlulukları kanunlar ve ikincil mevzuatlar çerçevesinde belirlenmiştir. Kimsenin sistem içindeki daha güçlü birine yaslanarak, ya da sistem dışındaki odaklardan destek alarak haksız güç elde etmesi ve bunu kullanması, sistemin çökmesine sebep olur. Bu tarz uygulamalar geçmişte de vardı, bu gün de olduğunu görüyoruz. Devlet sisteminin zarar görmemesi için bu tür uygulamalardan vaz geçilmesi zorunlu görülmektedir.
Devlet kadrolarında çalışanların aidiyeti sadece Devlete karşı olmalıdır. Kişi sahibinin sadece Devlet olduğunun bilincinde olmalıdır. Hem Devlet de çalışacaksın, hem de bir cemaatin müridi olacaksın, emirleri yöneticilerinden değil, şeyh veya şıh dan alacaksın, böyle bir devlet yaşayamaz, benzer durumdaki ordu savaş kazanamaz ve hiçbir kurum ayakta kalamaz. Irak ordusunun subayları Komutanlarından değil, Kesnizani Tarikatından emir aldıkları için silah atmadan ABD ordusu karşısında yenilgiyi kabul etmişlerdir.
Tarihte bunlar hep var olmuştur. Bedeli fetret devri yaşanarak ödenmiş, birliğin yeniden sağlanması, Devletin cemaatler ile ilgisinin kesilmesi Padişah I. Çelebi Mehmet tarafından sağlanmıştır. Sonra durum II. Abdülhamit döneminde tekrar tersine dönmüş, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar gitmiş, Devletin birliği, tekke ve zaviyelerin kapatılması Mustafa Kemal Atatürk tarafından sağlanmıştır.
Hepimizin malumu olduğu gibi, tarihten ders alınmadığı için, tarih sürekli tekrar edip, duruyor. Devlet cemaat ilişkileri eskisinden daha beter hale gelmiştir. Bu gidişin sonucundan kaygı duymayan aklı başında bir yurttaş bulunduğunu sanmıyorum. Herkes sonumuz ne olacak diye soruyor. Bizi yönetenlerin, veya yönetecek olanların önünde iki seçenek vardır. Ya I. Çelebi Mehmet veya Mustafa Kemal Atatürk gibi olup, Devletin cemaatler ile ilgisini kesip, birlik ve bütünlüğü yeniden sağlamak, ya da III. Abdülhamit olup, tarihte olduğu gibi kaderin bizi götüreceği sonuca razı olmak. Üçüncü ihtimali maalesef göremiyorum. Bu vesile ile tüm dostlarımın Ramazan Bayramını kutluyorum.