Necdet Topçuoğlu
Öldükten sonra başımıza neler gelecek diye kaygılanmamıza hiç gerek yoktur. Ne olacak, nasıl olacak diye kimse üzülmemelidir. Geride kalanlar bizim için gerekenleri yapacaklardır. Türkiye de bu hizmet kusursuz işlemektedir. Bizi törenle ebedi kalacağımız, kabir denilen mekana götüreceklerdir. Korkmaya hiç gerek yoktur. Biz varken ölüm yoktur. Ölüm varken de biz olmayacağız. Yani ayrıntılı düşünürseniz hiç karşılaşmayacağız.
İşte bu noktada zengin fakir ayrımı yoktur. İlk defa herkes eşit olacaktır. Namazımız bile er kişi veya hatun kişi niyetine kılınacaktır. Biz yine de dünya malının dünya da kaldığını bilemeden gitmiş olacağız. Ancak, geride kalanlar biz giderken, günahlar ve sevaplardan başka hiçbir şeyi götürmediğimize şahitlik edeceklerdir. Buna rağmen geride kalanlar, kendi gerçeklerini anlamak istemeyeceklerdir. Yine dünya malına sarılmaya devam edeceklerdir.
Geride kalanlar kendilerine geldiklerinde, özel eşyalarımızı toplayacaklardır. Elbiseler, ayakkabılar, ne varsa, hepsini seçip ayıracaklardır. Dini ritüellere göre onları bir şekilde dağıtacaklardır. Bazılarını da hatıra olarak saklamak isteyenler olacaktır. Çok önemli devlet adamıysanız eşyalarınız müzeye kaldırılır. Bu kadar bir avantajınız olabilir. Ancak vefat edenin bundan haberdar olması mümkün değildir.
İnançlara göre belli günlerde Kur’an okutulup, davetler verilecektir. Bu yeme içme adetleri bizim kültürümüze nereden karışmış ise yanlış olmuştur. Benim vasiyetimdir, vefatımdan sonra ikram ağırlama gibi yanlış ritüeller uygulanmayacaktır. Ölü evinde karın doyurmanın adı ibadet olamaz diye düşünüyorum. Kültürü din haline getirmemek gerekir.
Emin olun biz öldükten sonra, kimse işini gücünü bırakıp bizim hasretimizle yanıp tutuşmayacaktır. Herkes işine, ticaretine kaldığı yerden devam edecektir. Eğer bir görevimiz varsa, o görev bir başkasına devredilecektir. Hatta bazıları yüzden belli etmeseler de sevineceklerdir. Bilmezler ki sadece onlardan biraz önce gitmiş oluyoruz. Zamanı gelince onlar da bizi takip edeceklerdir. Zira biz bu dünya da yaşamıyoruz. Sadece bu dünyadan geçiyoruz. İnsanoğlunun yolculuğu kesintisiz devam etmektedir.
Malımız, servetimiz varsa bölüşülecek, mirasçılarımız onları memnuniyetle sahipleneceklerdir. Biz ise kazandığımız o mallardan tek tek hesaba çekileceğiz. Malımız yoksa mirasçıların elleri boş kalacaktır. Onlar da bundan pek memnun olmayacaklardır. Terekenin paylaşılması sürecinde yapılan münakaşalar adeta kültürümüzün bir parçası haline gelmiştir.
Öldükten sonra, bizden alınacak ilk şey adımız ve unvanımız olacaktır. O nedenle; öldüğümüzde bize, “cenaze” diyeceklerdir. Kimse bizi, adımızla çağırmayacaktır. Namaz kılmak için gelenler adımızı sormayacaklardır. “Cenaze nerede?” diye soracaklardır. Omuzlarında taşıdıklarında ve defnettikleri zamanda da adımızı söylemeyecek, cenazeyi tutun diyeceklerdir.
İster kral, istersek padişah, ya da sıradan bir garip olalım, hiçbir şey değişmeyecektir. Soy, nesep, milliyet, para ve makam bizi aldatmasın. Dünya yaşamının sonu böyledir. Peki, hal böyleyken bu kadar kibir, zalimlik, kendimizi beğenmişlik nedendir, anlamak mümkün değildir. Kimse bizden bir gün öleceğiz diye matem tutmamızı beklemiyor. Neden dengeli ve ölçülü yaşamadığımız sorgulanmaktadır.
Öldükten sonra bizim için, üç türlü üzüntü olabilir. Bizi biraz tanıyanlar, “Yazık!” diyebilirler. Daha fazla tanıyan dost ve arkadaşlarımız, birkaç saat veya en fazla birkaç gün üzülür, sonra da şakalarına ve gülüşmelerine devam ederler. Yokluğumuzu ve ayrılık acısını derinden hisseden ailemiz ise; birkaç hafta, birkaç ay üzüntü yaşarlar, sonra da bizi, kendi hatıralar arşivine kaldırırlar. Bu insanlık tarihi boyunca hep böyle olmuştur. Bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir. Ölenle ölünmüyor, hayat devam devam etmektedir.
Tarihe mal olmuş bir geçmişimiz yok sa, bizi hatırlayan en son kişi vefat ettiğinde ise, hiç yaşamamış olacağız. Hikâyenin sonu böyle bitecektir. Deliler hariç sonumuzun böyle olacağını hepimiz biliyoruz. Her nedense ölüm gerçeğini bilerek yaşamıyoruz. Hatta ölümü hatırlatanlara kızmaktan da geri durmuyoruz.
Peki, bu dövüşler, kavgalar, savaşlar, birbirini boğazlamalar neden? Devlet adamlarının yurttaşları bölmesi, siyasi çıkarları uğruna ötekileştirmesi, milletin verdiği makamları kendi tapulu mülkleri gibi sanmaları nedendir? Yahu bu hikâyenin sonu ayrımsız yukarıda anlatmaya çalıştığım gibidir. Neden anlamak istemiyorsunuz? Koluna bir başkası girmeden tuvalete gidemeyecek durumda olan zatlar, açıkça Milleti tehdit etmektedirler.
Galiba insanoğlunun temel sorunu öleceğini bildiği halde, ölümü hiç aklına getirmemesidir. Bir de bu hikâyenin öldükten sonra nasıl anılacağı söz konusudur. Kimisi rahmet ve şükran ile yad edilir. Kimisi de nefretle anılır. Nasıl anılacağımızı yaşarken yaptıklarımız belirlemektedir. Bu nedenle yaşarken nasıl anılacağımızı düşünerek yaşamamız önemlidir. Bu satırları okurken bizden önce gidecekleri nasıl anacağımızı düşünür gibi olduğunuzu hissediyorum. Bir de bizi nasıl anacaklarını hatırlasak, iyi olur diye düşünüyorum. Rahmet ve şükranla anılanlardan olmamızı dilerim.