Necdet Topçuoğlu
Gerçek mi yoksa efsane mi bilinmez ama, Fatih Sultan Mehmet Han 1453 Yılında İstanbul’u alınca Ayasofya önlerine gelir. Orada bulunan herkes derinden gelen bir inleme sesi duyarlar. Fatih’in kılıcını kaldırıp sessizlik işaret yaptığı söylenir. Muzaffer Padişah sesin geldiği yöne bir adam gönderilmesini emreder. O yöne giden adamları biraz sora perişan bir halde bulunan bir keşiş ile geri dönerler. Keşişi Padişahın huzuruna çıkarırlar.
Padişah keşişe sorar, nedir bu perişan halin neden inliyordun orada der. Keşiş, ben bir falcıyım. Ülkemde söylediklerimin gerçekleştiğini herkes bilir. İmparator Konstantin beni huzuruna çağırdı. Remil at bakalım, bu şehir Osmanlı’nın eline geçecek mi diye sordu. Bende baktığım falın sonucuna göre, şehrin düşeceğini ve Osmanlı’nın eline geçeceğini gördüğümü söyledim. Beni cezalandırıp, zindana attı diye cevap verir. Fatih bu olayı şaşkınlıkla karşılar.
Peki o zaman bir remilde benim için at bakalım, Osmanlının fethettiği bu şehir günün birinde başkalarının eline geçecek mi diye sorar. Keşiş fala bakar ve cevap verir. Hünkarım harp yoluyla bu şehrin başka bir devletin eline geçmediğini çok net görüyorum diye cevap verince ortamda bir rahatlama olduğu söylenir. Ancak der keşiş, gelecekte şehrin varlıklarının o kadar çok yabancılara satıldığı görülüyor ki, şehir sizin olmaktan çıkıyor der.
Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet Han üzülür ve tarihe geçen o bilinen bedduasını yaparak. ‘’Kim benim fethettiğim toprakları yabancılara satarsa Allah’ın gazabı onların üstüne olsun’’ demiştir. Fatih’in bu bedduası, vakfiyeleri için yaptığı ‘’Eğer bu vakfiyeye uygun hareket edilmezse Allah'ın, peygamberlerin, meleklerin laneti üzerine olsun'’ bedduası kadar önemlidir.
Fatih Sultan Mehmet Han, çevre ve ormanların değerini çok iyi bilen bir devlet adamıydı. ‘’Ormanlarımdan bir dal kesenin kolunu keserim’’ sözü tarihe geçmiştir. Döneminde İstanbul’u göç hareketlerine karşı korumuştur. Anadolu’dan izinsiz olarak göç edip, Haliç kenarlarına yerleşmeye çalışanları, toplatıp geldikleri yerlere geri gönderdiği bilinmektedir. Osmanlı torunu olduklarını iddia edenlere bunu hatırlatmak yerinde olur.
Fethedilmesi bir çağın kapanıp, bir çağın açılmasına vesile olan İstanbul’un bu gün geldiği nokta geri dönülmez bir bozulma durumudur. Yapılan özeleştirilerin, çıkarılan günahların hiçbir anlamı yoktur. İstanbul tarihi kimliğini kaybetmiş, Dünyanın en kalabalık ve kirli mega kentlerinden birisi haline gelmiştir. Ülkeyi yönetenlerin biz bu güzel şehre ihanet ettik demeleri, geçmişin güzel İstanbul’unu bize geri getirmeye yetmemektedir. Bu güzel şehir aynı zamanda efsaneleri ile ünlüdür.
Kızkulesi efsanesi, bilmeyenler için ilginç bir İstanbul efsanesidir. Efsaneye göre kralın birine kâhinler tarafından çok sevdiği kızı on sekiz yaşına geldiğinde bir yılan tarafından sokularak öleceği söylenir. Her şeyden çok sevdiği kızını korumak isteyen kral bunun üzerine denizin ortasındaki kuleyi onararak kızını buraya yerleştirir. Ancak, kızı on sekiz yaşına girdiğinde kehanet gerçek olur ve kuleye gönderilen yiyeceklerin arasındaki üzüm sepetinden çıkan bir yılan prensesi zehirler ve ölümüne sebep olur.
Bir başka ilginç efsane, İstanbul'un fethinden önce Mısır'da şeyhlik yapan Cebe Ali, söylentiye göre 300 dervişi ile Osmanlı topraklarına gelmiştir. Kuşatma sırasındaki görevi Osmanlı ordusuna ekmek çıkartmak olan Cebe Ali, rivayete göre tek bir fırından yüz binlerce ekmek çıkartmıştır. İstanbul'un fethedildiği 29 Mayıs günü, dervişleriyle birlikte surların önüne gelen Cebe Ali'nin burada öldürüldüğü söylenir. Öldürüldüğü yer bugün İstanbul'da Cibali olarak adlandırılmıştır.
Güneş ve Ay efsanesi, Mihrimah güneş ve ay anlamına gelmektedir. Mihrimah Sultan, Osmanlı’nın efsane aşklarından Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan’ın kızıdır. Sadrazam Rüstem Paşa ile evlenmiştir. Hanedan’ın bu güçlü kadın figürünün adı, İstanbul’un iki ayrı yakasındaki iki ayrı camide yaşamaktadır. Camilerden biri Üsküdar’da diğeri ise Edirnekapı’dadır.
Her yıl gece ile gündüzün eşit olduğu 21 Mart günü, Edirnekapı’daki caminin minaresi üzerinden batan güneş, Üsküdar’daki minarenin ardından doğan ay ile karşılaşmaktadır. Mihrimah, Güneş anlamına gelen Mihr ile Ay anlamına gelen Mah kelimelerinin birleşiminden oluşmaktadır. Bu incelikli dehanın büyük bir aşkın ürünü olduğu ve Mimar Sinan’ın Mihrimah’a beslediği aşkı bu hesaplamayla her zaman hatırlanır kılmak istediği anlatılmaktadır.
Osmanlı döneminde ilginç kabul edilebilecek bir gelenek misafirin hediye götürmesine değil, hediye almasına dayanıyordu. Bu geleneğin adı ‘‘diş kirası’’ydı. Esasen, iftar yemeklerinden doğan bir gelenek olduğu söylenir. İftara gelen kişi, ev sahibine sevap kazandırdığından, diş kirası da bunun teşekkürü olarak verilirmiş. Çoğunlukla bir kese içinde sunulan hediyeden, ev sahibinin zenginliğine ve cömertliğine bağlı olarak, altın akçeden tespihe kadar hediye çıkabilirmiş.
Padişahlara yemekle yapılması muhtemel suikastları önlemek için, Selodon kaplı Çin porselenleri kullanılıyormuş. Çünkü Seladon, zehirli yiyecek konulduğunda tabağın renk değiştirmesini sağlıyormuş. Selodon kaplı tabaklar da dahil olmak üzere Topkapı Sarayı Müzesi’nin ‘‘Saray Mutfakları’’ bölümünde, dünyanın en büyük Çin porseleni koleksiyonlarından birisi yer alıyormuş. Bu değerli koleksiyonların titizlikle korunmasını dilerim.
Dünyanın efsane şehirlerinden birisi olan İstanbul’un ilginç bulduğum, efsane ve hikayelerinden söz etmek istedim. Mutlaka arkadaşlarımızın bildikleri farklı efsane ve hikayeler vardır. Bunları yorumlarında paylaşırlarsa çok memnun olurum. Böylece daha nitelikli bir dokümanın oluşmasına katkı sunmuş olurlar. Bu vesileyle kıtaların buluştuğu kent olan İstanbul’un fethinin 569. yıldönümü kutlu olsun.