DEVLET KAVRAMININ TARİHİ SÜRECİ
Reklam
Necdet TOPÇUOĞLU

Necdet TOPÇUOĞLU

ŞİMAL YILDIZI

DEVLET KAVRAMININ TARİHİ SÜRECİ

27 Şubat 2022 - 00:28


 
 
Necdet Topçuoğlu
 
 
Düşünürler devletin ortaya çıkışını açıklayan pek çok teori ortaya koymuşlardır. Bu teorileri 5 ana başlık altında incelemek mümkündür.
 

  1. Aile Teorisi
 
Aile teorisi devlet gücünü ataerkil ailede babanın aile üyeleri üzerindeki otoritesiyle açıklanmaktadır. Böyle bir ailede reis babadır. Evli ve çocuklu oğullar bu reisin iradesine tabidir. Aile zamanla büyüdükçe devletleşme gerçekleşir. Babanın ailedeki gücü zamanla kralın otorite ve gücüne dönüşür. Aile bireyleri babaya itaat konusunda nasıl yaklaşıyorlarsa krala da aynı şekilde davranmak zorundadırlar. İngiliz Robert Filmer tarafından “Patriarka veya Kralların Doğal İktidarı” adlı eserinde bu teori detaylı bir şekilde izah edilmiştir.
 
Aile teorisi devletin kökenini açıklama konusunda başarılı bir teori olmasına rağmen modern devleti açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Ailedeki babanın iktidarı ile modern devletteki iktidarın niteliği arasında bir benzerlik kurmak mümkün olmadığından, aile teorisi modern devletlerin ortaya çıkışını tam olarak açıklayamamaktadır. Bu nedenle günümüzde çok geçerli bir teori olarak değerlendirilmemektedir.
 
  1. Biyolojik Teori
 
Biyolojik teori organistlerin görüşlerini içermektedir. İnsan ve toplum arasında nasıl bir organik benzerlik varsa, devlet de tabii kanunlara göre kendiliğinden meydana gelen ve canlılarda olduğu gibi doğan, büyüyen ve nihayet varlığını kaybeden büyük bir organizmadır. Canlı bir birliktir. Kendine mahsus beyni, vücudu, organları mevcuttur. Hatta kendine ait bir ruha sahiptir. Devlet tabiatın bir eseridir.
 
Platon, Spencer, Bluntschili, Espinas gibi düşünürler bu teorinin savunucuları arasındadır. Bu teorinin devlete yönelik doğru tespitleri vardır. Çünkü insan ve devlet birçok bakımdan birbirine benzemektedir. Nasıl ki hücreler insanı oluşturuyorlarsa, vatandaşlar da kendileri dışında yeni bir varlık olan devleti oluşturmaktadırlar. Benzer şekilde insan organları beyne itaat ederken, devletin organları da devlet otoritesine itaat etmektedir. Bununla birlikte bu teorinin en çok eleştirilen yönü, insan ile devlet arasındaki benzerliği abartılı bir şekilde kullanmasıdır. Çünkü insanı meydana getiren hücreler arasındaki bağ tamamen biyolojik bir bağdır. Hâlbuki devleti oluşturan insanlar arasındaki bağ psikolojiktir. Bunun dışında insanla devlet arasında benzeşmeyen başka birçok nokta da bulunmaktadır
 
  1. Kuvvet ve Mücadele Teorisi
 
Devleti ortaya çıkaran faktörlerle ilgili teoriler arasında en gerçekçi yaklaşımın kuvvet ve mücadele teorisi olduğunu söylemek mümkündür. Bu teoriye göre devlet, toplumda kazananların kaybedenler üzerindeki baskısının meşru hâle gelmesi ve sorgulanmaması ile ortaya çıkmıştır. Bu teoriye göre devletin ortaya çıkmasında en önemli etken güç kullanımıdır. Özellikle tarihteki ilk devletler incelendiğinde mücadelenin ön plana çıktığı görülmektedir.
 
Başka ifadeyle Devleti, kazananların kaybedenlere karşı zorla kabul ettirdikleri toplumsal bir kurum olarak ifade etmek de mümkündür. Bu toplumsal kurumun asıl gayesi ise toplumsal huzuru sağlamak değil, kaybedenlerin sosyal, ekonomik ve bedenen sömürülmesidir. Kuvvet ve mücadele teorisine göre devlete vücut veren servetin gasp edilmesidir. Devletin oluşmasındaki temel iki husus servet ve gasptır. Gaspın devamı açısından bir baskı örgütüne ihtiyaç duyulmaktadır.
 
Bu teori tarihsel açıdan değerlendirildiğinde önemli bir haklılık payına sahip olduğu görülmektedir. Devletlerin ortaya çıkmasında kuvvet faktörünün önemi büyük olmuştur. Devletlerin büyük bir kısmının fetihler, savaşlar ve istilalar sonucu ortaya çıkması, bu durumun en büyük kanıtıdır. Göçebe toplulukların yerleşik toplumlara saldırmaları, onları egemenlikleri altına alarak mal ve mülklerini gasp etmeleri de bu teorinin başka bir örneğidir.
 
Bununla birlikte devletler, teoride söylendiği gibi yalnızca kuvvete dayalı olsaydı, bu durumda devletlerin sürekli olarak isyan hareketleri ile karşı karşıya kalmaları kaçınılmaz olurdu. Halbuki bu nadiren karşılaşılan bir durum olduğu gibi, asırlar boyunca istikrarlı bir egemenlik sağlayan birçok devlet mevcuttur. 
 
  1. Ekonomik Teori (Marksist Devlet Teorisi)
 
Bu teoriye göre ekonomik sebepler insanları etkisi altına alarak onların davranışlarına yön vermektedir. Devletin meydana gelmesinde ekonomik siyasi ve sosyal konuların büyük payı vardır. Bu teorinin en büyük savunucusu Karl Marks’tır. Marks dünyayı ekonomik çıkarların yönettiğini ileri sürmüştür. Marksizm’de sosyal kurumlar üst yapı kurumları ve alt yapı kurumları olarak ikiye ayrılmaktadır. Üst yapı kurumları alt yapı kurumlarınca belirlenmektedir. Alt yapıda üretim biçimleri, üstyapıda hukuk, ahlak, kültür, din, sanat gibi unsurlar bulunmaktadır. Bu açıdan devleti bir üst yapı kurumu olarak değerlendirmek mümkündür.
 
Sınıf savaşı kavramı Marksist teoride ki temel kavramların başında gelmektedir. İnsanlık tarihi boyunca birbiriyle çatışan iki sınıf vardır. Bu savaşın amacı da üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaktır. Çünkü onlara sahip olan iktidarı da eline almaktadır. Bu sınıfa sömüren ya da egemen sınıf diğer sınıfa da sömürülen sınıf adı verilmektedir. Egemen sınıf üretim araçlarındaki mülkiyetini sürdürebilmek için zor kullanmak ihtiyacı duymaktadır. Bunu da bir baskı aracı olarak kullandığı devlet eliyle gerçekleştirmektedir. Kısacası devlet egemen sınıfın sömürülen sınıf üzerindeki baskısının teşkilatlanmış halidir ve bir nevi jandarma olarak üretim araçlarına sahip olanları korumaktadır.
 
 
Bu teoriye getirilen en büyük eleştiri sınıf savaşlarının çok fazla ön plana çıkarılmasıdır. Kuşkusuz tarihte zaman zaman sınıf çatışmaları yaşanmış olsa da en sık karşılaşılan durum milletler arasındaki savaşlardır. Milletler arasındaki savaşlarda değişik sınıflardan insanlar bir araya gelerek düşmana karşı koymuşlardır. Bu savaşlarda ait oldukları sınıfları değil, milliyetlerini ön plana çıkarmışlardır. Hâlbuki Marksist teoriye göre farklı milletlerden aynı sınıftan insanların bir araya gelmesi ve diğer sınıflarla mücadele etmesi savunulmaktadır.
 
 
Marksist teorinin diğer teorilerden en önemli farkı tarihi sadece yorumlamamış, aynı zamanda onu değiştirmeye çalışmış olmasıdır. Ancak bu teorinin sınıfsız bir toplum yaratmak gibi hedeflerinin barışçıl yollardan ziyade zor kullanmak suretiyle gerçekleştirilebileceğini söylemesi önemli problemlere yol açmıştır. Bu teoriyi temel alan gruplar, zaman zaman silahlı eylemler yaparak bulundukları ülkelerde siyasal istikrarın bozulmasına neden olmuşlardır.
 
  1. Sosyal Sözleşme Teorisi
 
Sosyal sözleşme teorisine göre insanlar mutlak özgürlüğe sahip olarak yaratılmışlardır. İnsan sahip olduğu bu sınırsız özgürlük sayesinde kendi çıkarını korur ve kendisi için neyin iyi olduğuna kendisi karar verir. Ancak bu durum insanlar arasında çıkar çatışmalarına ve dolayısıyla savaş ve kavgalara yol açmaktadır. Bu anlaşmazlıkların ve mücadelelerin ise tüm insanlara zarar vermesi mümkündür. Halbuki insanlar hayatta kalabilmek için başka insanlarla bir araya gelerek yaşamlarını sürdürmenin yollarını aramak zorundadırlar. Birlikte yaşamın gerçekleşebilmesi için toplu uzlaşma sağlanması ve bunun sözleşmeye bağlanması zorunludur. Bu teoriye göre devlet, insanları yalnızca birbirlerine karşı korumakla kalmaz aynı zamanda kendilerini geliştirmelerine de fırsat vermektedir.
 
 
John Locke: İnsanlar doğal durumda huzur ve barış içinde yaşamlarını sürdürürler. Bu durumu bozanları cezalandırmak için kurulmuş bir teşkilat mevcut değildir. Böylesi bir teşkilatın bulunmayışı özgürlük ortamını bozar, huzur ve barışı tehdit eder. Bu tehdidin önüne geçmek isteyen insanlar bir araya gelerek bir sözleşme ortaya koyarlar. Cezalandırma yetkilerini bu sözleşme ile devreden insanların teşekkül ettirdiği birlikte “devlet” tir. Devletin amacı adaleti sağlamaktır. Devlet insanlara suç işlemedikleri sürece müdahalede bulunamaz.
 
 
Hobbes: Ona göre doğal duruma savaşlar ve çatışmalar hâkimdir. Bu olumsuz durumun önüne geçmek, korkuyu dağıtmak isteyen insanlar, kendi özgürlüklerini devrettikleri devleti kurmuşlardır. İnsanlar doğal durumda eşittir. Ancak eşitlikten güvensizlik, güvensizlikten savaşlar doğar. Uygar durumların dışında her zaman herkesin herkese savaşı söz konusudur. Çünkü doğada herkesin her şeye hakkı vardır. Başka bir ifadeyle, insanlar devleti kurmadan önceki dönemde bir cehennem hayatı yaşıyorlardı, insan insanın kurdudur. İnsanlar arasındaki bu çatışma ortamına son vermek için hazırlanan barış koşulları “doğa yasası” adı verilen ve akılla ulaşılan, insanın kendi yaşamı için zararlı olanı yasaklayan genel kurallardır. Bu koşullarla düzenlenen sözleşme ile devlet kurulmuş ve kişiler özgürlüklerini devlete devretmişlerdir.
 
Jean-Jacques Rousseau: Doğal yaşam insanların mutluluk, eşitlik ve barış içinde yaşamalarına imkân verir. Ancak artan ihtiyaçlar nedeniyle insanlar çalışmak zorunda kalmışlardır. Madenlerin işletilmesi, tarım alanlarının zirai faaliyetler için kullanılmaya başlanmasıyla özel mülkiyet kavramı ortaya çıkmıştır. Bu durum toplum içindeki eşitliği yok etmiştir. Eşitliğin yok olması ise mutluluk ve barışın yerini didişme ve kavgaların almasına sebep olmuştur. Güven duygusunu yeniden sağlayarak bu kaos ortamından kurtulmak isteyen insanlar bir araya gelerek kendi irade ve istekleriyle bir “sosyal sözleşme” üzerinde anlaşmaya varmışlardır. Böylelikle insanlardan teşekkül etmiş sosyal bir yapı ve onların kişiliklerinden bağımsız kolektif bir varlık olan devlet ortaya çıkmıştır. 
 
Rousseau, Locke ve Hobbes tarafından ortaya konulan bu yaklaşımlar devletin insan aklı ile ortaya çıktığını ve insan eliyle oluşturulduğunu ileri sürmektedir. Bununla birlikte “doğal yaşam” dönemi gerçekte var olan değil varsayılan bir dönemdir. Bu nedenle bu dönemi geride bırakıp devleti kurmak için hazırlanan sözleşme de varsayımsaldır. Ancak sosyal sözleşme teorisi bir hipotez olarak devletin oluşumu ve niteliği hakkında önemli ipuçları vermektedir.
 
 

 
 

Bu yazı 518 defa okunmuştur .