Necdet Topçuoğlu
Rahmetli dedem, halasına içgüveysi olmuştu. Bizim oralarda halaya bibi derler. Bibisinin kocası ve üç oğlu Çanakkale Savaşına katılmışlar ve şehit olmuşlardır. Bunun üzerine Topçuoğlu kızı rahmetli Zekiye Ana, üç kız evladı ile dul kaldığı için, kardeşinin oğlu Kazım’ı, yani dedemi başımızda bir erkek bulunsun diye iç güveysi almıştır. Zekiye ana Topçuoğlu kızı olduğu için biz ona Topçu Ana derdik. Evinin tüm erkekleri şehit olduğundan akıl sağlığını kaybetmişti. Çevrede onu ‘’deli kadın’’ olarak bilirlerdi.
Ben dedemin ilk torunuyum. Rahmetli babaannem ve dedem beni torun gibi değil, kendi evlatları gibi görürlerdi. Biraz büyüyüp bir işin kulağından tutacak kadar olunca, dedem ile bambaşka bir dayanışma şekli gelişmeye başlamıştı. O yıllarda her yer açık arazi ve temel ürün olarak mısır ekiliyordu. Dedemin bir çift öküzü vardı ve onlarla çiftçilik yapıyordu. Bir çift öküze sahip olmak, sanki traktöre sahip olmak kadar önemliydi. Herkeste bir çift öküz bulunmazdı. Öküzü tek olan çiftçiler, komşuları ile yardımlaşarak öküzlerini birbirine eş yaparlardı. İlkbahar gelince önce tarlalar aktarılır, daha sonra ekilirdi.
Dedem, oğlum mısır üretimi tohumluk ile başlar. Eğer iyi tohumluğun yoksa mısır ekiminden bereket bekleme derdi. Birlikte mısır çötenine girerdik, bana tohumluk nasıl seçilir onu öğretirdi. İri ve dane yapısı sağlıklı olan koçanları seçer, sonra onları darbeden zarar görmesin diye bizzat el ile ovalayarak danelerdik. Benim görevim, mısır danelerini karasabanın arkasındaki çiziye eşit aralıklar ile bırakmak, sora dedem öküzleri geri çevirmeden, gübreyi de tohumların yanına serpmekti. Bu uygulama ile mısır veriminin yüksek olduğunu deneyerek görmüştük. Aslında zor bir işti ve gün boyu devam ediyordu. Akşam olunca kendimi yatağa zor atıyordum. İşe yaradığım için dedemden övgü alıyordum.
Dedem ile ailenin rızkını kazanan iki arkadaş gibiydik. Kimse ona tarım tekniklerini öğretmemişti. Ancak o tarımdan iyi verim alanlara sorarak kendisini geliştiriyordu. Devletin o yıllarda ağır vergiler almasının dışında köylü ile bir teması yoktu. Aile içinde, acaba aşar vergisi çok alınırsa o yıl aç kalırmıyız diye korkulurdu. Vergiler ayni olarak toplandığı için kaçırılması söz konusu değildi. Ayrıca sığırlarımızdan da vergi alınıyordu. Devletin adamları geldiğinde onların bir kısmını saklıyorduk ama ne çare yakalamışlardı. Vergi kaçırmak ve vergiden kaçınmak hayatın her döneminde vardı.
Rahmetli dedem, babaannem ile tartıştığı her olaydan sora bana sıkı sıkı tembih ederdi. Bak oğlum sakın iç güveysi olma. ‘’Karı malı alçak eşik gibidir, girerken de vurur başına çıkarken de’’ derdi. İşte eşler arasındaki ekonomik güç savaşını bizzat görerek büyümüştüm. Aile içinde dominant olmanın temelinde biraz da ekonomik güç yatıyordu. Yani ekonomi kimin elindeyse ailenin reisinin o olduğunu görüyordum. Ancak dedemin bu durumu, onu benim gözümde hiç küçültmemiştir. Tam aksine söylediklerini çok eğlenceli bulurdum. Her şeyin temelinde ekonomi olduğunu şimdi değerlendirebiliyorum.
Dedem ilkokul üçüncü sınıftan ayrıldığını söylerdi. Hep eski yazı kullanırdı. Doğal iktisatçıydı. Yaptığımız her işin sonunda, geliri nedir bu işin diye sorardı. Gelir getirmeyen işlere sıcak bakmazdı. Kapıdaki köpeğe ekmek attığımız zaman, geliri nedir bu hayvanın, onun yerine bir dana besleseniz, satar okul harçlığı yaparsınız derdi. Ürünlerimizi satmaya birlikte giderdik. Sattıklarımız yumurta, tereyağı, birkaç tavuk, soya fasulyesi ve ceviz gibi küçük ürünlerdi. Sattıktan sonra rakamları bana söyler, onları alt alta yazmamı ister, cem et bakalım derdi. Ben cem etmenin ne demek olduğunu bilmediğim için boş boş bakardım. Çocuklar çok zayıf yetişiyor, cem etmeyi bile bilmiyorlar derdi. Dede ile torunun dil konusundaki anlaşmazlığını da yaşayarak görmüştüm.
Aile içinde güreş ve atletizm ile ilgilenen gençlerimiz de vardı. Onların yüzüne bir şey demezdi ama, bana boş işler bunlar derdi. ‘Atın avanağı rahvan, insanın avanağı pehlivan olurmuş’’ derdi. Tabi bu arada tek kız evladının eşi olan rahmetli damadı da pehlivandı. Belinde çakı bıçağı taşımak dedem için bir kültürdü. Nerede bir ham meyve fidanı görse kime ait olduğuna bakmadan aşı yapardı. Neden el alemin fidanını aşılıyorsun dede diye sorduğumda, bu meyveden yiyenlerin hayır duasını almak için diye cevap verirdi. Kafasının içinde sürekli üretim vardı. Komşularımızdan yüksek verim alanları takip eder, nasıl başarılı olduklarını anlamaya çalışırdı.
Dedem cebinde sürekli naylon poşet taşırdı. Yolda giderken bir hayvan gübresi gördüğünde, eline naylon poşet geçirerek o gübreyi bir ağacın dibine atardı. Bunu yaparken ağacın veya bahçenin kimin olduğuna bakmazdı. Gübrenin ziyan olmamasını isterdi. Orman muhafaza memurundan çok çekinirdi. Onlara kolcu derdi. Ağaç kesmezdi ama, memurlar onu korkutarak tereyağı isterlerdi, o da buna çok kızardı. Kolculara tereyağı ve deri peyniri verdiğimizi hatırlıyorum. Benim mühendis olacağımı duyunca, keşke biraz daha okusan da kolcu olsaydın derdi. Devletten çok korkardı. Çocukluğumda devletin ne olduğunu bilmediğim için, dede devlet Emin Pehlivanı yenebilirmi diye sormuştum, o da buna çok gülmüştü.
Cuma namazına giderken, eski ama temiz elbiselerini giyerdi. Bana da tembih ederdi. Cuma namazına giderken her gün giydiğin elbise ile gitme, mutlaka temiz bir elbise giymeyi alışkanlık haline getir derdi. Halen o alışkanlık bende bir kültür olarak devam etmektedir. Berberliğini ben yapardım. Bir yerini kanatsam bile acımadığını söylerdi. Kanaması önemli değil de ata kanı akıtmanın günahı var diyorlar derdi. Derede abdest alırken suyu aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya avuçlardı. Suyu idareli kullanmamızı söylerdi. Bir gün gelir bir bardak temiz suya muhtaç olabiliriz derdi. Namazını genellikle beğendiği temiz çayırlarda kılmayı tercih ederdi. Neden dede diye sorduğumda, her yer Allah’ın oğlum derdi.
Komşuluğa çok önem verirdi. Komşu komşunun külüne muhtaçtır oğul derdi. Sınır komşularımızın bizim arazimize düşen fındıklarını toplar onların bahçesine atardı. Cenazelere mutlaka giderdi. Düğünlere az gider bir köşede oturarak izlerdi. Bak oğul, ‘’düğünümüzde oynamayan, cenazemizde ağlamayan bizim kavmimizden değildir’’ derdi. Cenazeden döndüğünde seslenir, hepimizin ayağa kalkmasını isterdi. O oturduktan sonra biz otururduk. Bu geleneğin sebebini halen bilmiyorum.
Ben ders çalışırken tarih dersini sesli çalışırdım. Rahatsız olmaz dinlerdi. Sonunda derdi ki bu tarihi size yanlış öğretiyorlar, sen yine de bana değil kitaba bağlı kal. Yoksa sınıfta kalırsın derdi. ‘’köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı diyeceksin’’ oğul derdi. Tarihin bize yanlış öğretildiğini sonraki yıllarda öğrenmiş oldum. Eskiden bize karne ile birlikte bir de takdir belgesi verirlerdi. Dede bak takdirname aldım deyince, şöyle derin bir şekilde baktı ve dedi ki, ‘’kaç kuruş isteyecekler o belgeden’’ diye sordu. Devlet, onun aklında hep isteyen taraf olarak kalmıştı.
Ömrünün son yıllarını kanser hastalığı ile mücadele ederek geçirmişti. Ankara’da tedavisi ile ilgileniyordum. Çok sabırlı bir insandı. Biraz gezdireyim dedim. Nerelere götüreyim seni dede diye sordum. Hacı Bayram Camisi’nde namaz kılmak istedi, Anıtkabir’e götürdüm. Bir de Atakule’nin olduğu yerden Ankara’yı gösterdim. Ankara’yı görünce ilk sorusu, yahu oğlum bu kadar insanın çişi kakası nereye gidiyor, denize gidiyorsa bu denizler bir gün lağım çukuruna döner dedi. Bu bilgeliğine hayran kalmıştım. Bu gün akarsuların ve denizlerin kirlendiğini görünce onun sözlerini hatırlıyorum. Aynı zamanda farkında olmadan çevreci bir insandı.
Eğitimin temeli ailede başlar. Ben ilk eğitimimi rahmetli dedem ile yaşarken almaya başladım. İsraf etmemeyi, tutumlu olmayı ondan öğrendim. O borçtan korkardı, bende borçtan korkarım. Halen geçmişimi sorguladığımda dedemden izler taşıdığımı görüyorum. İyilikten anlayan bir insandı. Yapılan iyilikleri asla unutmazdı. Garibanlara acır, elinden geldiğince onlara yardım etmeye çalışırdı. Hastalığının son zamanlarında, oğlum sana çok zahmet verdim, Allah razı olsun, Allah seni Peygamber Efendimize komşu yapsın sözü aklıma geldikçe burnumun direği sızlar. Mekanı cennet olsun. Rahmet ve minnet ile anıyorum.