BEŞ HAZİRAN DÜNYA ÇEVRE GÜNÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Reklam
Necdet TOPÇUOĞLU

Necdet TOPÇUOĞLU

ŞİMAL YILDIZI

BEŞ HAZİRAN DÜNYA ÇEVRE GÜNÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

05 Haziran 2020 - 00:09

Yerküre, uçsuz bucaksız evrende yer alan sayısız yıldız ve gezegenler sisteminin küçük bir parçasıdır. Boşlukta mavi bir bilye gibi görünen dünyamız insanoğlunun ortak vatanıdır. Bu ortak vatanda 6 bin ayrı dili konuşan 7,7 milyar insan yaşamaktadır.

İnsanoğlunun yaşamını sürdürebilmesi için çeşitli ihtiyaçları bulunmaktadır. Ancak bunların arasında öyle ihtiyaçlar vardır ki bunlar yaşamın devamında olmazsa olmaz kabilinden ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçları sırası ile analiz edersek; önce doğduğumuzda ciğerlerimize dolan ve ölürken son nefesimizde dışarı verdiğimiz “hava gelir.” Dünyada insan nüfusunun az olduğu yıllarda hava ile ilgili bir sorun yaşanacağı hiç kimsenin aklına gelmezdi. Ancak dünyamızda belli bir oksijen ve karbon rezervi bulunmaktadır. Bu rezervler, fotosentez ve yanma süreçleri üzerinden kendi kendilerini sürekli yenilediği için dünyanın doğal dengesi korunmaktadır.

Ancak gelişen teknoloji ve artan insan nüfusu zamanla hava kalitesinin bozulmasına neden olmuştur. Hiç kimse bir gün, 2 milyon adet kimyasal maddenin oluşturduğu okyanusta yaşayacağımızı aklına bile getirmiyordu. Yine hiç birimiz kirlilik sebebiyle 3-4 santigrat derece normalin üstünde ısınan havanın sera etkisi yaparak yaşamı tehdit edeceğini düşünemiyorduk. Kirlenen hava sebebiyle oksijen karbon dengesinin bozulacağını, bu durumun dünyanın çevresini kaplayan atmosferdeki ozon tabakasını deleceğini, bu sebeple enerji kaynağımız olan güneş ışınlarının yaşamı tehdit edeceğini aklımıza bile getirmiyorduk. Sonunda insanoğlu bunların olabileceğini, hiçbir şeyin tükenmeyecek kadar sonsuz olmadığını acı tecrübelerle görmüş oldu.
İnsanoğlu ile Doğa arasında karşılıklı akit edilmemiş bir mukavele söz konusudur. Doğa diyor ki beni kirletme, beni hor kullanıp sömürme, şayet bunları yaparsan benim bünyemde yaşayabilme imkanını kaybedersin. Beni terk etmek istersin ama gidecek başka bir gezegen de bulamazsın.

Yaşamın devamı için ikinci önemli madde “su” dur. Dünyamızın %70’i sularla kaplıdır. Ancak bunun %90’ı tuzlu sulardır. Geriye kalan %10 oranındaki tatlı suyun ise %1’i ancak insanoğlu tarafından kullanılabilecek durumdadır. İnsanoğlu genellikle suyun bol olduğunu hiç azalmayacağını sanıyordu. Hatta suyun bolluğunu ifade etmek için o kadar çok ki sudan bile ucuz denilirdi. Ne zamanki dünya nüfusu 8 milyar sınırını aştı, yaklaşık 2 milyar insan içilebilir temiz su bulabilmekten mahrum duruma düştü, insanoğlu bu konuda da tehlikenin büyüklüğünü anlamış oldu. İnsan denilen yaratık ağlayarak doğar, yaşamı boyu ağlaması ve feryadı hiç tükenmez. Çünkü yaşamın kendisi bir kavgadır. Bu kavgayı kazanmadıkça yaşamı sürdürebilmesinin imkanı yoktur.

Aynı yerküreyi vatan edinmiş insanlar arasında bir gün su savaşları olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur diye düşünüyorum. Akarsuların sanayi ve evsel atıklarla nasıl kirletildiği hepimizin malumudur. Bilinçsizce kullanılan zirai mücadele ilaçları ve kimyasal gübreler sebebiyle yer altı sularının ne ölçüde kirlenerek kullanılmaz hale geldiği araştırmalarla sabittir.
Kutuplarda avlanan bir balığın eti üzerinde yapılan laboratuvar araştırmasında DDT ortaya çıktığı görülmüştür. Kutuplarda gübreleme ya da ilaçlama yapılmadığına göre, denizlerdeki kirliliğin hangi boyutlara ulaştığı acı bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır.
 

Yaşamın diğer olmazsa olmaz niteliğindeki maddelerinden biriside “toprak”tır. İnsanoğlu için toprak demek ekmek demektir. Biz ekmeğimizi topraktan kazanıyoruz. Dünya nüfusunun az olduğu yıllarda toprağında hiç bozulmaz bir varlık olduğu sanılıyordu. Halbuki toprak bizi besleyen, büyüten öldükten sonrada kara bağrına alan bir ana gibidir. Biz yanlış gübreleme, sulama ve ilaçlama ile onu da öldürmeyi başarabildik. Kimyasal gübreler, her on yılda bir toprağın 2,5 cm. kalınlığındaki kısmını çoraklaştırarak yok etmektedir. Demek oluyor ki yüz yılda 25 cm kalınlığındaki toprak katmanı yanlış gübreleme sebebiyle çoraklaşarak elden çıkmaktadır. Zaten tarımsal üretim bu kalınlıktaki bir toprak katmanı üzerinde yapılmaktadır.
 

İnsanoğlu doğanın dengesini bozmakla bitkisel hayatın da yok olmasına neden olmaktadır. Bu sebeple yağış rejimi bozuluyor, yağmurlar sel şeklinde yağdığından toprağın en değerli kısımları yıkanarak denizlere sürükleniyor. Bozulan ekolojik durum sebebiyle rüzgarlarda çok değişik esiyor. Her yıl sel ve rüzgar erozyonu sebebiyle milyonlarca ton toprak altımızdan kayıp gidiyor. İstanbul ve çevresinde meydana gelen doğal afeti bu çerçevede değerlendirmek gerekir. İnsanoğlu doğanın dengesini bozmaya devam ettiği sürece bu tür afetleri daha değişik boyutları ile görmemiz mümkündür.

Doğa ile insan sürekli bir kavga halindedir. Bazen insanoğlu bu kavgayı kazandığını düşünür. Bu çok büyük bir yanılgıdır. Doğa intikamını mutlaka en acı şekilde alır. Zaten olması gereken budur. Şayet doğa kavgayı kaybederse yaşadığımız gezegende canlı hayat sona erer. Her doğal afetin sonunda, insanoğlu oturup düşünmeli ve kendisini sorgulamalıdır. Ben ne yaptım da doğa intikamını en acı şekilde aldı diye. Daha acı intikam olaylarını yaşamadan, doğanın var olan dengesini bozmamalıyız diye düşünüyorum.
Tarım tekniğinin yanlış uygulanması ve bilinçsiz sulama sebebiyle milyonlarca dönüm toprak ya elden çıkmakta ya da çoraklaşmaktadır.

Son yıllarda en değerli tarım toprakları inşaat alanlarının işgaline uğramıştır. Bu konuda da toprakların değerinin bilinmediğini söylemek mümkündür.
İnsanoğlu dünyanın her yerinde çeşitli sebeplerle toprağın altından kayıp gittiğinin farkına varmıştır. Bu konu da da tehlike çanlarının çaldığını acı tecrübelerle nihayet anlamıştır.

Yaşamın çok önemli ihtiyaçlarından bir diğeri de “enerji”dir. İnsanoğlu enerji ile ateşin bulunmasından sonra tanışmıştır. Dünya enerji kaynakları yönünden de alarm vermeye başlamıştır. Sonuçta kömür rezervleri ve petrol kaynakları sınırsız değildir. Gelişen teknolojiler ve artan insan nüfusu sürekli enerji kaynaklarını tüketmektedir. Tanrının insanoğluna bağışladığı en önemli nimet olan akıl, yenilenebilir enerji kaynakları konusunda yeni buluşlar elde edemez ise, geleceğe umutla bakabilmenin imkanı yok gibi görünmektedir.

Netice itibarıyla insanoğlu yukarıda saydığımız tehlikeleri görerek, 1972 yılında Stokholm’de ilk defa bir araya gelerek çevre sorunlarını tartışmaya karar vermiştir. Geçte olsa tehlikenin büyüklüğü fark edilmiş, ancak tedbir alınma yolunda önemli adımların atılması sağlanamamıştır.
Bir yandan dünya nüfusu bu hızla artıp, enerji kaynakları gittikçe azalırken, doğal dengenin bozulması sonucunda iklim ve ekoloji önlenemez şekilde bozulurken, insanlığın geleceğine umutla bakmanın mümkün olmadığını düşünüyorum.

Bu durumda bir Kızılderili şefinin söylediği şu sözü hatırlamamak elde değil. “Beyaz adam yarattığın çöplükte boğulacaksın” bu kirliliğin sorumluları, sorunun çözümünde de sorumluluk üstlenmelidirler.
Biz halen bu dünyada yaşayan 6 bin farklı dili konuşan insanlar olarak aynı yer kürenin vatandaşlarıyız. Şimdi dilediğimiz gibi yaşayalım da bizden sonra ne olursa olsun deme sorumsuzluğunu taşıyamayız. İnsanoğlunun hem dönemini yaşamak, hem de neslinin devamını sağlamak gibi önemli bir görevi bulunmaktadır.
 
Temiz aldığımız dünyayı gelecek nesillere kirletilmiş olarak bırakmak, kaynakları yönüyle zengin aldığımız dünyayı sömürerek terk etmek bizim gelecekte beddualarla anılmamıza neden olacaktır.
Sonuç olarak aileden başlamak üzere, yaşadığımız dünyayı geçmişimizden ödünç aldığımızı, gelecek kuşaklara borçlu olduğumuzu, toplumun tüm katmanlarına anlatmalıyız. Bu borcu aldığımız gibi ödemek tüm insanların boynunun borcu olmalıdır.
 
 
 

Bu yazı 1079 defa okunmuştur .