Avrupa Birliği 1951 yılında ilk önce Avrupa Kömür Çelik Topluluğu olarak kuruldu. Böyle bir topluluğun kurulmasının amacı, Avrupalılar arasında bitmek tükenmek bilmeyen savaşların önlenmesiydi. Bu topluluk 1957 yılında imzalanan Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’na dönüştürülerek “Ortak Pazar” kurulmuş oldu. Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri ilk defa 1963 yılında başladı. O tarihten bugüne kadar kör topal yürüyen ilişkiler Türkiye için sonunda çıkmaz sokak konumuna gelmiş oldu.
Kim ne derse desin bu Birliğin temelinde Haçlı Zihniyeti yatmaktadır. Hristiyan Birliği olarak kurulan bu topluluğun bir Müslüman ülkeyi aralarına alacak kadar olgun olmadığını geride kalan yıllar bize göstermiştir. Avrupa Birliği’ne giden yolun adeta mayın ve tuzaklarla dolu olduğunu aslında Türkiye’yi yönetenler hep anlamışlar ve oldukça temkinli hareket etmişlerdir. Ancak 2003 yılına gelindiğinde Avrupa Birliği Türkiye için yeni bir Organizasyonmuş gibi algılanmaya başlandı. Halbuki o dönemin yöneticileri geçmişte takındıkları tutum ve tavırlar itibariyle AB’ye hep karşı oldukları görüntüsünü vermişlerdir. Peki neden birden bire Türkiye için yeni bir AB sevdası başlamıştı bunu analiz etmenin faydalı olacağı düşünülmektedir.
Türkiye’de demokratik açılımlar arzusunda olanların, Devletin iç dinamiklerini aşarak amaçlarına ulaşamayacaklarını anlamaları onları, dış destek aramaya yöneltmiştir. Bu sebeple temelde AB’ye karşı oldukları halde AB üzerinden siyaset yaparak Demokratik açılımları gerçekleştirmeyi hedeflemişlerdir. Bunda başarılı olup olmadıklarını zaman gösterecektir.
Aslında 1996 yılında imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması, Türkiye-AB ilişkilerinin kırılma noktası olarak değerlendirilmelidir. Çünkü AB, bu anlaşma ile istediklerini peşin olarak almıştır. O tarihten bugüne kadar taraflar arasında karşılıklı olarak yapılan alışverişte hep zarar eden taraf Türkiye olmuştur. Bu ne biçim alışveriştir ki hep kaybeden Türkiye, sürekli kazanan AB tarafı olmuştur. Bunun incelenmesi zorunlu görülmektedir. Böyle bir durumda AB, neden Türkiye’yi Birliğe daimi üye olarak almayı düşünsün, zaten Türkiye’den alması gerekenleri peşin olarak almış durumdadır.
Türkiye aynı zamanda askeri bir organizasyon olan NATO’nun da üyesidir. Türkiye NATO’da neden vardır, çünkü NATO külfettir. AB’de neden yoktur veya olması istenmiyor, çünkü AB imkanlar itibariyle nimettir. Bize demek istiyorlar ki siz külfette varsınız ama nimet de yoksunuz. İşte bu durum, AB’nin samimiyetsizliğinin bir göstergesidir.
Türkiye-AB ilişkilerini yakından takip edenler, son dönemde birçok defa ilerleme raporlarının yayımlandığına tanık olmuşlardır. Bu raporlarda, işsizlik, kırsal nüfus ve tarım gibi sorunlarımızın olduğu konularda hep kalıcı kısıtlamalar koymuşlardır. Ancak kendi isteklerini ise hep peşin olarak bize yaptırmışlardır. Bu ne biçim alışveriştir ki AB’nin istekleri peşin, Türkiye’nin istekleri veresiye olmaktadır. Böyle bir ticareti anlamak mümkün değildir.
Türkiye endüstriyel kalkınmasını henüz tamamlayamadığı için, doğal olarak istihdam ve işsizlik sorunlarını çözememiştir. Yapılan görüşmelerde Türk işçilerinin AB’de serbest dolaşımına izin verilemeyeceği, aksi takdirde Türkiye’nin 15 milyon işsizinin Avrupa’ya akın edeceğinden kaygı duyulduğu ifade edilmektedir. Bu sebeple serbest dolaşıma kalıcı kısıtlama getirilmektedir.
AB’de kırsal kesime sağlanan destekler nüfusa göre verilmektedir. Kırsal kesim nüfusu AB ülkelerinde %3 dolayındadır. Halbuki Türkiye’nin kırsal kesim nüfusu halen %24 seviyesindedir. AB, bu oranın %10’un altına çekilmesini istemektedir. Bu konuda da Türkiye’ye kalıcı kısıtlama koymaktadır. Kırsal kesim nüfusunun aşağı çekilmesi, sanayi sektöründe ve hizmetler sektöründe istihdamın artması ile ilgilidir. Bunun kısa sürede gerçekleşmesi mümkün görülmemektedir.
Diğer taraftan AB, Türkiye’nin üniter yapısını ve ulus devlet olma özelliğini göz ardı ederek azınlıklar konusundan söz etmekte ve takındığı tavırla, siz çok büyük bir ülkesiniz sizi bu şekilde kabul edemeyiz, Çekoslovakya gibi bölünün de gelin demeye çalışmaktadır. Ayrıca bu konuda bölücü terör örgütüne sağladığı açık ya da gizli desteklerle Ulusal bütünlüğümüze saygısızlık etmektedir. İsrail’in Gazze’ye saldırmasını meşru savunma hakkı olarak gören AB, Türkiye’nin PKK bölücü terör örgütüne karşı verdiği mücadelede örgütün koruyuculuğuna soyunmaktadır. Türkiye böyle bir dostluk karşısında başka bir düşmana gerek olup olmadığını yeniden değerlendirmelidir.
Ayrıca AB, Birliğe katılacak ülkelerin sınır sorunu olmamasını şart koşarken, KKTC ile sınır sorunu olan Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni AB daimi üyeliğine kabul etmiştir. Öte yandan KKTC için aynı imkanı sağlamadığı gibi Annan Planı gereğince KKTC’yi Rumlara peşkeş çekmek isteyen tarafta yer almıştır.
Diğer taraftan ilerleme raporlarının eklerinde, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan su kaynaklarının Uluslar arası bir kurum tarafından yönetilmesini isteyecek kadar ileri gidebilmişlerdir. AB’nin Türkiye aleyhtarı tutum ve tavırları konusundaki örneklerin sayısını artırmak mümkündür. Asya’dan ve Ortadoğu’dan Türkiye’ye gelen göçler konusunda verilen sözler tutulmamıştır. Birlik ile, Türkiye arasında yeni güven artırıcı önlemler teyit edilmeden, görüşmelerin tekrar başlamasının mümkün olmadığı değerlendirilmektedir.
Ancak aynı AB, Türkiye’de demokrasinin gelişmesi, seçim sisteminin adil bir yapıya kavuşturulması, yoksulluğun önlenmesi konusunda en ufak bir fikir beyan etmemiştir. Türkiye ihtiyacı olan konularda bu aşamada AB’nin desteğini göremeyecekse, sorunlarını hallettikten sonra zaten böyle bir Topluluğun içinde yer almasına gerek kalmayacaktır. Kaldı ki AB’nin geleceği konusunda da çok farklı görüşler bulunmaktadır. İngiltere’nin Birlikten ayrılması, Brexist AB’nin kırılma noktası olarak değerlendirilmelidir. Corona Pandemisi sebebiyle gerekli desteği göremeyen, İtalya ve İspanya’nın birlikten ayrılmayı istedikleri görülmektedir.
Sonuç itibariyle AB Türkiye için çeşitli tuzak ve art niyetlerle dolu bir çıkmaz sokak durumundadır. Her şeyden önce AB’nin bir medeniyet projesi olduğunu göz ardı etmek mümkün değildir. Ancak bu projenin sadece onlar için geçerli olduğunu görmek gerekir. Türkiye kendi kültürüne ve tarihi geçmişine uygun yeni medeniyet projelerinin arayışı içinde olmalıdır. Ancak Araplaşma çabalarından şiddetle kaçınmalıdır.
Türkiye bulunduğu coğrafi bölgenin en etkin Devletlerinden birisidir. Dünya siyasetinde dengelerin değişmesi konusunda çok etkili olabilecek bir güce sahiptir. Bir Dünya Devleti olabilmesi de sahip olduğu bu gücü kullanmasına bağlıdır. Yeter ki doğru politikaları üreten Devlet Kurumlarını ve doğru siyaseti üreten siyasi kadrolarını hizmete sokabilsin. Bundan milletçe umutlu olmalıyız ve umutlarımızı daima canlı tutmalıyız.