Biz Atatürk’ü sözlerinden ve yaptığı hizmetlerden tanıyor ve anlıyoruz. O, kendisini şu ifadelerle anlatıyordu. “İki Mustafa Kemal vardır: biri ben, et ve kemikten yapılmış fani Mustafa Kemal, İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesi ile ifade edemem; o ben değil bizdir! O memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri hususları tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Fani olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”
Kendi ifadesinden de anlaşıldığı gibi Atatürk, hiçbir kimsenin, hiçbir grubun yada misyonun tekelinde değildir. O bütün Türk Milletinin ortak değeridir. O, özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir diyordu.
Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti onun ve dava arkadaşlarının özgür kişilikleri ile sembolleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde milletimizin içine düştüğü durumu tespit ederek düşüncesini yol arkadaşlarına şu ifadelerle anlatmıştır.
“Efendiler!
Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak! Bu kararın dayanağı olan en kuvvetli muhakeme ve mantık şuydu; Amaç, Türk Milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu amaç, ancak tam istiklale sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklalden yoksun bir millet, medeni insanlık karşısında uşaklıktan yüksek bir muameleye değer görülmez. oysa ki, Türk’ün haysiyet onur ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa, yok olsun daha iyidir! öyleyse ya istiklal, ya ölüm! işte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı”
Atatürk’ün askeri dehasını ve kişiliğini burada uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. O, iyi bir asker olduğu kadar, iyi bir siyasetçi idi. Ancak, yaşamı boyunca bu iki özelliği arasındaki hassas çizgiyi korumaya büyük özen göstermiştir. Bir konuşmasında;
‘’Efendiler,
komutanlar, askerliğin görev ve gereklerini düşünüp uygularken, beyinlerini siyasi görüşlerin etkisi altında bulundurmaktan kaçınmalıdırlar. Siyasetin gereklerini düşünen başka görevliler bulunduğunu unutmamalıdırlar.
Memleketin genel hayatında orduyu siyasetin dışında tutmak prensibi, cumhuriyetin daima dikkat ettiği önemli bir noktadır. Cumhuriyet orduları vatanın güvenilir ve sağlam koruyucusu olarak saygınlığını daima muhafaza etmiştir. Etmeye devam edecektir.’’
Atatürk asker olmasına rağmen savaştan hoşlanmazdı. Milletin hayatı tehlikeye düşmedikçe harp bir cinayettir diyordu. Çanakkale Savaşları gibi kanlı bir harbin içinde bulunan büyük komutan, savaştan sonra orada hayatını kaybeden yabancı ülke askerlerine düşmanca duygular beslemiyordu.
1934 yılında yaptığı bir konuşmada onlar için şu ifadeleri kullanmıştır.
‘’Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralya’lı, Yeni Zelendalı, Hintli kahramanlar, burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır.
Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır!’’
İşte Atatürk’ü diğer devlet adamlarından farklı kılan ve büyük yapan bu özelliğidir. Atatürk çok ileri görüşlü bir insandı. Tarihe mal olmuş fikir ve düşünceleri bugün bile devletimizin içinden çıkmakta zorluk çektiği sorunlara ışık tutmaktadır.
1923 yılında Tarsus’ta yaptığı konuşmada;
‘’Efendiler,
memleketimiz şu iki şeyin memleketidir:
biri çiftçi, diğeri asker. Biz çok iyi çiftçi ve asker yetiştiren bir milletiz. İyi çiftçi yetiştirdik çünkü topraklarımız çoktur. İyi asker yetiştirdik, çünkü o topraklara kast eden düşmanlar fazladır. Bundan sonra da daha iyi çiftçi ve asker olacağız. lakin bundan sonra asker oluşumuz artık eskisi gibi başkalarının hırsı, şanı, şöhreti ve keyfi için değil, yalnız bu aziz topraklarımızı korumak içindir.’’
1922 yılında TBMM’nin açılışında yaptığı konuşmada ise;
“hükümetimizin her medeni devlet gibi dış borçlanmalar yapması gereği vardır. Şu kadar ki ödünç alınan yabancı paralarını şimdiye kadar Babıali’nin yaptığı gibi ödemeye mecbur değilmişiz gibi, maksatsız israf ve kullanma ile borçlarımızın yükünü artırarak ekonomik bağımsızlığımızı tehlikeye atmaya kesinlikle karşıyız. Biz memlekette. İlerlemeyi üretimi ve halkın refahını temin edecek, zenginlik kaynaklarımızı geliştirecek faydalı borçlanmalara taraftarız.
Zira tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlık ile mümkündür ifadesini kullanmıştır.’’
Ulu önderimiz tarihe çok meraklı idi ve çok önem veriyordu. Ona göre; “tarih yazmak tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek insanlığı şaşırtacak bir hal alır.
İnsan tarihin manasını ancak olgun bir yaşa eriştikten sonra anlıyor. Tarih ancak bu yaştan sonra yazılabilir. Çok arzu ederim ki, bir kaç arkadaşla beraber hayatımızdan geri kalan zamanı tarih yazmakla geçirelim” diye düşünüyordu.
Atatürk, sadece devlet adamlığı ve askeri kişiliği ile değil, aynı zamanda medeni ve kültürel kişiliği ile de Türk Milletinin önündeki en güzel örnektir.
O bir konuşmasında;
“Milletimizin güzel sanatlar sevgisini her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür” demiştir.
Atatürk Türk gençliğini çok seviyor ve onlara çok güveniyordu. Bu sebeple cumhuriyeti onlara emanet etmiştir. Çocukları çok seviyordu, 23 Nisan’ı çocuklara bayram olarak armağan etmiştir. Türk kadınına çok değer veriyordu. Onlara seçme ve seçilme hakkını vermiştir.
1923 yılında Konya’da yaptığı bir konuşmada “dünya da hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret sarf ettim” diyemez ifadesini kullanmıştır.
Yine bir konuşmasında; “Hangi şey ki akla, mantığa, kamu çıkarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin çıkarına uygunsa, kimseye sormayın, o şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı en mükemmel olmazdı, son din olmazdı.” İfadesini kullanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu yüce Atatürk, müstesna kişiliği ile yalnız Türk Milletinin önderi olmamıştır. Dünyanın her yerinde emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren bütün mazlum milletlerin örnek aldığı lider olmuştur.
1926 yılında yaptığı bir konuşmada;
“Büyüklük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır. Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen buna karşı koyanları yok eden olacaksın. Önüne sayılamayacak güçlükler yığacaklardır. Kendini büyük değil küçük, zayıf, vasıtasız, hiç telakki ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu güçlükleri aşacaksın. Ondan sonra sana büyük derlerse, bunu diyenlere de güleceksin” diyerek, bir yandan geleceğe ışık tutmuş, diğer yandan da sanki mücadele hayatını bu paragrafta özetlemiştir.
Ulu önderimiz, ölümünden önce “mal ve mülk, bana ağırlık veriyor. Bunları soylu milletime geri vermekle büyük ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar insanın serveti, kendi manevi şahsiyetinde olmalıdır.” diyerek 1937 yılında bütün taşınır ve taşınmaz mallarını bir bağış mektubu ile milletine bağışlamıştır.
Ulu önder Atatürk, dünya olaylarını çok iyi izleyen, yorumlayan bir devlet adamıydı. Çok mükemmel bir tarih bilgisine sahip olduğu için geleceğe ait çok isabetli öngörüleri vardı. Nitekim, cumhuriyetimizin onuncu yılında yaptığı tarihi konuşmada; Kafkaslarda ve Orta Asya’da meydana gelecek değişiklikleri daha o yıllarda görmüştür. O, konuşmasının bir bölümünde şöyle demiştir;
“Bu gün Sovyetler Birliği, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir.” Demiştir.
Atatürk çok çalışkan ve üretken bir insandı. İnsanların ve devletlerin onurlu ve haysiyetli bir yaşam sürdürebilmeleri için, çalışmak, yine çalışmak gerektiğini ısrarla belirtiyordu. O, son yıllarda içine düştüğümüz, çalışmadan, üretmeden başkalarının ürettikleri ile lüks yaşama anlayışını, sanki o yıllarda görmüş gibi, şu güzel ifadelerle bu günümüze ışık tutmuştur.
“Çalışmadan,
yorulmadan,
üretmeden
rahat yaşamak isteyen
toplumlar önce haysiyetlerini,
sonra hürriyetlerini ve daha
sonra da istiklâl ve
istikbâllerini kaybederler.” demiştir.
Ulu önder Atatürk, milletimize muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmayı hedef olarak göstermiştir. Bu hedefi gösterirken, doğu, batı, uzak doğu gibi yön belirtmediği gibi, herhangi bir süper gücün veya bir blokun adından söz etmemiştir. Hatta 70 yılı aşkın bir zamandan beri içine düştüğümüz “Avrupa Birliği” macerasını o yıllarda görmüş gibi bir konuşmasında şu ifadeleri kullanmıştır.
Efendiler !
Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlana durmuştur.
Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planları ile yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!
Ulu önderimiz Atatürk, son günlerde kaynayan kazan haline gelen “Ortadoğu”nun bu günkü durumunu daha 1937 yılında görmüş olup, TBMM’de yaptığı konuşmada “Ortadoğu’nun batı emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz” diyerek şu konuşmayı yapmıştır.
‘’Arap’ların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Arap’lardan uzak kaldık. Fakat, kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız.
Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, bunların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz.
Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet’e lakayt olmakla itham edildik.
Fakat bu ithamlara rağmen Peygamberin son arzusunu, yani mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız.
Cetlerimizin, Selahaddin’in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün Allah’ın inayetiyle kuvvetliyiz.
Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam alemi’nin ayaklanıp, icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.’’ Diyerek bu konudaki emsalsiz öngörülerini dile getirmiştir.
Büyük devlet adamı Aziz Atatürk!
Yaşadığın dönemde geleceği okurcasına söylediğin yukarıdaki bahsettiğimiz hususların hiçbirisini yerine getiremedik. Ancak halen yıkılmadık. Varlığımızı sürdürüyoruz. Fakat sizi her zamankinden daha fazla arıyor ve özlüyoruz.
“Vefatımdan sonra halkım beni nereye isterse oraya gömsün, lakin benim hatıralarım Çankaya’da yaşayacaktır” diyen ulu önderimizi ölüm aramızdan çok zamansız almıştır. Çizdiği yol ve gösterdiği hedeflerden asla vazgeçmemiz mümkün değildir. Onun gösterdiği yoldan sapanların ülkemizi uçuruma götürmesi kaçınılmazdır. Devleti yönetenlerin ve yönetmeye talip olanların ulu önderimizin çizdiği yoldan ayrılmaması en içten dileğimizdir.