Adnan Sungur
(VE GAZETECİLİK MESLEĞİMDEKİ İLK PATRONUMUN ANISINA SAYGIYLA)Aslında Kırşehirliydi… Babası, iş insanıydı ve Trabzon’da yatırım yapmaya karar vermişti. O da genç yaşta Trabzon kenti ile tanıştı… Babası muhafazakardı o ise açık görüşlü, seküler bir yaşam tarzına sahipti. Bunun için edindiği çevre babasının hiç hoşuna gitmiyordu. Sosyal bir insan olmasının sonucu kurduğu ilişkilerle birlikte kurucu başkanlardan Rıfat Dedeoğlu’nun başkanlığındaki yönetime 1970 yılında girmişti. Henüz 31 yaşındaydı. Ekonomik durumları iyiydi. Babasının vefatından sonra da işlerin başına geçmişti. Çuval, un fabrikaları vardı. Sendikalı işçilere sahipti. Ekonomik durumu iyiydi. Ama asıl önemlisi eli çok açıktı. Bu özelliğini Trabzonspor yöneticisiyken de cebinden çıkan paranın haddi hesabı yoktu. Yer, yedirir, kulüp için de elini cebine atmaktan çekinmezdi. Bu özelliği, uysallığı, sosyalliği onu Bordo-Mavili camiada zirveye taşımıştı.
Biz onun ismini çocukluktan gençliğe geçiş yıllarımızda gazetelerden okurduk. Trabzonspor’un ilk şampiyonluğa ulaştığı yıllardaki başkanıydı. Onun başkanlığında Bordo-Mavililer öylesine büyük başarılara imza attı ki, futbolda Anadolu İhtilalinin bayraktarlığını yaptı. İstanbul büyüklerini sahada yerle bir etti. Onların siyasetteki, iş dünyasında, bürokrasideki, askeriyedeki, Basındaki, Federasyondaki ve hakemlerdeki büyük güçlerini silindir gibi ezmeyi başardı. Yani Kazım Koyuncu’yu da Trabzonspor taraftarı yaparken, “Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir. Benim için Trabzonspor en güçlülere karşı koyan herkesi yenen bir masal kahramanıydı. O öyle bir kahramandı ki, statükoyu bile yenmişti” sözlerini sarfetmesine neden olan sürecin en önemli aktörüydü…
Kimden mi söz ediyoruz?
Tabii ki Trabzonspor’un efsanevi başkanı Mustafa Şamil Ekinci’den…Dedik ya, yöneticiyken eli cebinden çıkmazdı. Başkanlık koltuğuna oturduktan sonra da çek defteri Genel Kaptan Saha Akçay’ın elindeydi. Hem o kadar özverili, hem de o kadar yönetici arkadaşlarına güven duyan bir isimdi. Gerçi şampiyon kadroyu kuran ekibin başında Ahmet Salih Erdem vardı. Ekinci ise asbaşkan olarak görev yapıyordu. Fakat Trabzonspor’da bir grup yönetici para veriyor ve onunla daha başarılı olunur düşüncesiyle Salih Erdem’e karşı, kendisini aday çıkarmak istemişti. O bunu önce kabul etmemişti. Hatta Erdem kendisine bunu sorduğunda, “Yok öyle bir şey” demişti. Fakat kongrede Ahmet Salih Erdem’in rakibi, asbaşkanlığını yapan Mustafa Şamil Ekinci’ydi. Bu Erdem’i çok kırmıştı. Ekinci’nin en büyük sorunu ise hem duygusal olması, hem de arkadaşlarını kolay kolay kıramamasıydı. Aslında başkanlığa aday olmak istememesine rağmen kendisine yapılan baskıya karşı koyamamanın sonucunda Erdem’in karşısında rakipti.
Kongre bittiğinde Mustafa Şamil Ekinci kazanmıştı ama Salih Erdem de listeyi delmişti. Sonuçta bu olay Trabzon’da yönetimsel bazda kulübün ikiye bölünmesine sebep olmuştu. Salih Erdem’e gönül verenler, Şamil Ekinci’yi bir türlü affedemediler. Ancak bu bölünmüşlük saha sonuçlarına hiç yansımadı. Kongre dönemlerinde sokaklarda duvarlara yazılan, “Kırşehirli başkan istemiyoruz” yazılarına rağmen yine de bu kentin insanına ve Trabzonspor’a gönül koymadı. Ve 1980 yılına kadar görevini başarıyla yürüttü. Bordo-Mavili ekip onun döneminde ülkenin en büyük kulübü haline geldi. Hem de kulübün seyirci hasılatı dışında resmi hiçbir geliri olmamasına rağmen 6 yıllık süreçte tam 4 Lig şampiyonluğu, 2 Türkiye Kupası şampiyonluğu, 4 Cumhurbaşkanlığı kupası şampiyonluğu ve 2 Başbakanlık kupası şampiyonluğu yaşadı Trabzonspor… İstanbul egemenliğini yerle bir eden bir dönemin en önemli temsilcisiydi Mustafa Şamil Ekinci… Görevi bırakma kararı aldığında da kulübe o dönemki parayla rekor kabul edilecek 4 milyon Mark bağışlamıştı. Sadece 3 milyon Marklık alacağını tahsil etmişti.
Şamil Ekinci o neslin bir temsilcisi olarak mütevazı bir kişilikti de… Düşünün bu kulübün en büyük başarılara imza atmış bir başkanı olarak, futbolcusu Faruk Nafız Özak başkanken yönetimine girme teklifine, “Sen kimsin de beni yönetime alma cüretini gösteriyorsun” dememiş, “Kulübe katkım olacaksa seve seve görev alırım” diyerek kolları sıvamış bir isimdi…Büyük yokluklar içinde Trabzonspor’u var eden, yaşatan, büyüten ve en büyük yapan neslin en önde gelen temsilcisiydi Mustafa Şamil Ekinci…
O bizim gibi genç nesil Trabzonspor taraftarlarının masal kahramanı gibiydi. Bir gün yollarımızın kesişebileceğini rüyamda görsem inanmazdım ama bazen kader çizgisi mucizelere neden olabiliyor işte… Yıl 1983 ve askerden gelmişim… İş arayışındayım. Şimdi ASKF’de çalışmalarını sürdüren Kenan Kutrup yakın arkadaşım. Bir gün, “Sen basketbol, voleybol, hentbol oynadın. Bizim gazetede salon sporlarına bakacak bir muhabir aranıyor. İstersen gel ve müdürle görüştüreyim seni…İşine gelirse çalışırsın” teklifinde bulundu. Kabul ettim. Ertesi gün de Atatürk Alanının karşısında bulunan Karadeniz Gazetesine götürdü beni… Dönemin Spor Müdürü merhum Ahmet Kayacık ile tanıştırdı. Oturduk, konuştuk ve anlaştık. İşime dört elle sarıldım. Mesleğimi çok sevmiştim… Salon sporlarında kuş uçurmuyordum. İşte benim mesleğe ilk başladığım okulum Karadeniz Gazetesinin sahibiydi Mustafa Şamil Ekinci…
Tüm salon sporlarıyla ilgili haber, yorum, araştırmalarla ses getirmeye başlamıştım. Bu kısa sürede kadro almama sebep oldu. Sonra adım adım Sebatspor ve sonra da Trabzonspor haberlerini yapmaya başladım. Ahmet Kayacak ayrılmıştı. Halil Bahadır bir süre spor müdürlüğünü yürüttü o da ayrıldı. Mehmet Tan kısa bir süre vekaleten işlerin başına geçti ama o da ayrıldı. Üç yıllık kısa bir sürenin sonunda da Spor Müdürü yapıldım. Bunu kuşkusuz dönemin genel müdür vekili Temel Özdenizci, Yazı İşleri Müdürü Musa Alioğlu, Muhasebe Müdürü Salih Çamoğlu gibi isimlerin olumlu referanslarıyla birlikte efsane başkan Mustafa Şamil Ekinci’ye borçluydum. Herkes gazeteciliğimi çok seviyor, beğeniyordu. Çok da çalışıyordum. Sabah 07’de başlayıp, gece 24.00’a kadar haber, röportaj, peşindeydim. En yakın dostlarımın bile kamuya zarar verdiğini düşündüğüm eylemlerinde bile en acımasız eleştiri yapıyordum.
Aynı gazetecilik anlayışımı Trabzonspor muhabirliği yaparken de sürdürdüm. Spor müdürü olduğumda da bu değişmedi. O dönem kulübün başkanı Merhum Mehmet Ali Yılmaz’dı. Teknik Direktör Ahmet Suat Özyazıcı… Birçok yönetici de Şamil Ekinci’nin başkanlığı döneminden çok yakın arkadaşı… Trabzonspor adım adım kimliğinden uzaklaştırılıyordu. Sahada da işler iyi gitmiyordu. Çok sert muhalefet ediyordum. Gazetenin sahibi Şamil Ekinci yakın arkadaşlarının ya da eski başkanı olduğu kulübü yöneten veya teknik adamlık yapanların aleyhine yazdıklarıma ses çıkarmıyordu. Fakat hem kulüp içinden, hem de gazeteci büyüklerimiz benim bu politikama bir türlü tahammül edemiyordu. Sürekli şikayet ediliyordum.
Bir gün Şamil Bey beni odasına çağırdı. Çok nazik bir dille, “Adnancığım, seni çok seviyor, takdir ediyorum. Ancak çok sert muhalefet ediyorsun. Bu muhalefet ettiklerinle biz etle tırnak gibiyiz. Biraz daha dikkatli olmanı istiyorum senden” dediğinde, “Şamil Bey, 12 Eylül darbesinden sonra Cumhuriyet Gazetesi kırmızı logo ile çıkıyor diye, ‘Komünizm propagandası mı yapıyorsunuz?” diye sıkıyönetim komutanlığında hesap vermek zorunda kalmışlardı. Dikkatli olmak nereye kadar. Ben inandığımı, gördüğümü yazıyorum. Ya inandığımı yazmaya devam ederim, ya da hiç yazmam” dediğimde yaşım 26’ydı… Şamil Bey’in bana yaklaşımı ise, “Peki, nasıl biliyorsan öyle yap” oldu. Oysa bir başka patron olsa tavrı, “Ya dediğimi yaparsın, ya da kendini kapının önünde bulursun” şeklinde olurdu.
Gazeteciliğe devam ederken bir yandan sendikalaşma faaliyetleri de yürütüyordum. İnandığım gazeteciliği de bir milim sapmadan sürdürüyordum. Tabii ki sürekli şikayetler devam ediyordu. O arada Yazı İşleri Müdürü Musa Alioğlu gazeteden ayrılmıştı. Bir tane 212 kadro boşalmıştı. Bu kadronun Şamil Ekinci’nin oğlu, Alihan Ekinci’ye verileceğini söylemişlerdi bana… Alihan’ı da çok seviyordum. Yaşı bizden çok gençti ve her zaman saygılı olmuş, patron oğlu olduğunu bir kez bile hissettiren davranış göstermemişti. Ama buna rağmen böyle bir duruma büyük tepki gösterdim. Şamil Bey’e bir dilekçe yazdım, “Açılan kadroyu oğlunuz Alihan Ekinci’ye vereceğinizi duydum. Böyle bir şey olması halinde gazetenin spor sayfalarını Alihan hazırlar. Bu kadronun spor servisinde çalışan Osman Diyadin’e verilmesini talep ediyorum” ifadelerine yer verdim. Bana anlatılanlara göre Şamil Ekinci, “Bu bana emir mi veriyor?” diye çok kızmıştı ama yine de haksızlık yapmamış ve kadroyu Osman Diyadin’e vermişti.
O dilekçeyi bugün yazmam kuşkusuz, gider konuşurum. Ama böyle bir dilekçeyi bana da biri yazsa işine son verirdim. O ise yine bunu sindirme yolunu seçmiş, kesinlikle bana karşı bir yaptırım uygulama ihtiyacı hissetmemişti. Böylesine bir sabra da sahipti… Aradan zaman geçmişti. Ben yine muhalefet etmeye devam ediyordum. Yine bir gün Trabzonspor’un Seçimli Kongresi vardı. Mehmet Ali Yılmaz aday olmayacaktı. Mazhar Afacan aday olarak ortaya çıkmıştı. Ama Yılmaz’dan da tabir yerindeyse icazeti almıştı. Mehmet Ali Yılmaz ise Güneş Gazetesinin patronuydu ve kongreyle ilgili düşüncelerini, “Ben Trabzonspor’un manevi babasıyım. Dışarıda olsam da her türlü desteği veririm” demişti. Fakat birkaç gün sonra yine aynı gazetede, “Mazhar Afacan’ın başkanlık hakkı, onu destekliyorum. Eğer karşısına bir başkası çıkarsa ve kazanırsa o zaman alacaklarıma temlik koyarım” şeklinde bir açıklaması daha olmuştu. Bu iki açıklama arasında büyük bir düşünce farkı ve çelişki vardı.
Bu iki gazete küpürünü de alarak, “Bu nasıl manevi babalık. İşine gelen, kendi güdümünde başkan seçildiğinde destek verecek ama özgür iradesiyle bu kulübü yönetebilecekler geldiğinde ise temlik koyacak” şeklinde başlayan, uzun bir haber kaleme aldım. Bu habere çeyrek sayfa yer ayırmıştım. Sonra da haber yapmak için dışarı çıkmıştım. Döndüğümde, Genel Müdür Vekili Temel Özdenizci, “Adnancığım, Şamil Bey aradı (İstanbul’daydı) Sen yoktun, o nedenle mesajını benim aracılığımla iletmek istedi. Mehmet Ali Yılmaz zaten aday değil. Onun aleyhine yazı ya da haber yapmasın’ dedi… Bilgin olsun” şeklinde uyarıldım. Bu uyarı üzerine hazırladığım, “Bu nasıl manevi Baba” başlığıyla vermeyi düşündüğüm çeyrek sayfalık haberi, yarım sayfaya çıkardım ve yayınladım. Pazar günü gazete çıkmıyordu. Yani tatildi.
Pazartesi sabah işe gittiğimde Genel Müdür vekili Temel Özdenizci’nin benimle görüşmek istediği söylendi… Odasına gittim. Oturdum, çaylarımızı yudumlarken, “Sevgili Adnan, tasarruf tedbirleri nedeniyle iş akdin feshedilmiştir” bildiriminde bulundu. Benim tavrım ise, “Yanı kovuldum” şeklindeydi. “Özdenizci’nin, “Öyle demeyelim de…” şeklindeki sözlerine, “Hayır, kovuldum. Tasarruf çok çalışıp az kazanan değil, az çalışıp çok kazanan üzerinde yapılır. Bundan dolayı üzülmüyorum, gurur duyuyorum. Burada gazetecilik yaparken patron dahil hiçbir güce teslim olmadım. İnandığım gazeteciliği yaptım. Bu kovulma benim omzumdaki en büyük apolet olacaktır” şeklinde yanıtımı verdim ve odasından ayrıldım. Bu olayın ardından Hürriyet Haber Ajansı’ndan teklif aldım. Yani Hürriyet Gazetesinden… Kabul ettim. Kendi kendime, “Büyük bir gazetede çalışacağım, kimse işime karışmadan özgürce gazetecilik yapacağım” diyordum.
Aradan bir süre geçmişti ve Şamil Bey’in benden neden Mehmet Ali Yılmaz aleyhine yazı yazmamamı istediğinin perde arkasını öğrendim. İstanbul’da Ekinci ve Yılmaz bir yemekte buluşmuşlar. Sohbet devam ederken, Mehmet Ali Yılmaz, “Şamil Bey, neden senin gazetende sürekli benim aleyhime haberler çıkıyor. Başkan mı olmak istiyorsun? Ben çekildim işte…. İstersen başkan olabilirsin” sözlerine karşılık Şamil Bey’in de, “Böyle bir niyetim hiç yok. O defteri 1980 yılında kapattım ben… Ama bizim gazetenin spor müdürü Adnan Sungur’u hiçbir şekilde frenleyemiyoruz” karşılığını vermiş… Bunun üzerine Yılmaz da, “Ben Türk spor basınının duayeni ve en önemli ismi Necmi Tanyolaç’ı, “Trabzon’da Vahşet” manşetini attığı için işten çıkardım. Sen bir Adnan Sungur’u susturamıyor musun?” diye eleştirince, “Tamam bir daha sizinle ilgili olumsuz haber çıkmayacak” sözünü vermiş… Bunun üzerine gazeteyi aramış ama beni bulamayınca da mesajı aracılar vasıtasıyla iletmiş…
Neyse, ben artık Hürriyet Grubuna gitmiştim. Artık tam bağımsız ve özgür gazetecilik yapabilecektim. Karadeniz Gazetesi’nde baskıya uğradığımı düşünüyordum. Ancak bu gruba geçtikten ve Türkiye çapında yayın yapan gazetelerin ya da onlarda sorumlu makamlarda oturan sözde gazetecilerin nasıl da pespaye olduklarını görünce, “Şamil Ekinci ile ne kadar özgür çalışmışım. Adama büyük haksızlık yapmışım” demek durumunda kaldım. Hürriyet Gurubunda aralıklarla 17 yıl çalıştım. Gazetecilik yapma adına çok büyük zorluklarla karşılaştım. Ama yine de bildiğim, inandığım değerlerden bir milim şaşmadım. Bu gruptaki her sorumlu da beni bu halimle kabul etmek durumunda kaldı. Fakat orada çalışırken, Şamil Bey’in aslında gazeteci çalışanlarını nasıl da özgür bıraktığını bir kez daha anlamış oldum. Onun en büyük sıkıntısı Trabzonspor kulübünün uzun süre yöneticiliğini ve başkanlığını yapmasıydı. Çünkü kulüpteki herkes ya ağabeyi, ya arkadaşı, ya kardeşi gibiydi. O da bir insandı ve kuşkusuz kendisine sürekli yapılan şikayetlerden etkileniyordu.
Ancak şunu ifade edeyim ki, Şamil Bey’in beni işten çıkarmasından dolayı ona hiç gönül koymadım. Biraz da buna mecbur bıraktığımı düşündüm. Bir adım geri, iki adım ileri gitmeyi hiç beceremedim. Oysa hedefe ulaşabilmek için bir adım geri çekilmeyi de bilmek gerekirdi. Bunu yapamadım nedense… Şamil Beyle son karşılaşmamız Hüseyin Avni Aker Stadı’nda bir maçta basın tribünündeydi. Yan yana oturmuştuk. Uzun uzun sohbet ettik. Onunla çalıştığımız günlerden, işten atılmamdan söz ettik. Beni ne kadar sevdiğini, takdir ettiğini ama ne kadar da kendisini zor durumda bıraktığını anlattı. Şamil Bey’in yüzüne de, kendisine hiç kırılmadığımı ve nedenlerini anlattım. Benim hatalarımdan da söz ettim. Bir yandan maç izledik, bir yandan da keyifli sohbetle, bir ağabey-kardeşçesine el sıkışıp ayrıldık.
Uzun yıllardır sağlık sorunları vardı. Bunun için Trabzon’a hiç gelemedi. İstanbul’da yaşamını devam ettiriyordu. Zaman zaman telefonla konuşurduk. En son oğlum Emre’nin nikah şahitlerinden biri olmasını çok istemiştim. Çünkü şahitler, Trabzonspor’u, Trabzon’da ikamet ederek hala yaşayan yönetenler olacaktı. Bunlar da Salih Erdem, Ahmet Celal Ataman, Faruk Nafız Özak, Özkan Sümer, Atay Aktuğ ve Mustafa Şamil Ekinci’ydi… Bir tek o katılamadı aramıza ama kalbiyle yanımızda olduğunu söylemişti.
Yaşamda iki gerçek var değiştirilemeyecek…
Doğmak ve ölmek…
Mustafa Şamil Ekinci de doğdu, büyüdü, eylemleriyle Trabzonspor camiasında büyük izler bıraktı. Bu kulübü kuran iradenin 20 bireyinden sonuncusu Ahmet Salih Erdem’i geçtiğimiz günlerde kaybetmiştik. Şimdi de o efsane günlerde en fazla şampiyonluk mutluluğunu yaşamış başkanını kaybettik. Aslında bu kulübün gerçek onursal başkanı olması gereken, Ahmet Suat Özyazıcı, Ahmet Salih Erdem, Özkan Sümer ve Şenol Güneş ile birlikte tarihinin en önemli 5 isminin başında gelendir Mustafa Şamil Ekinci…
Onu da kaybettik…
Acımız büyük…
Ama ölüme direniş gösterilemiyor işte…
Fiziksel ölüm gerçekleşir de insan yarattıklarıyla ve başardıklarıyla yaşar. Mustafa Şamil Ekinci de Trabzonspor yaşadığı süre içinde tüm beyinlerde ve yüreklerde sadece iyi yanlarıyla yaşayacak. Hatta bir gün Trabzonspor’un başına çok kötü şeyler gelip de kapansa bile Mustafa Şamil Ekinci ve onun temsil ettiği nesil asla unutulmayacak…
Başta ailesi olmak üzere, sevenleri ve tüm Trabzonspor camiasının başı sağ olsun…
Işıklar içinde uyusun…
Aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum…
YORUMLAR