Seren Yıldız Öztürk: Mağdur Kadın Çok da Mağdur Erkek Yok mu?
Reklam
Konuk Yazar

Konuk Yazar

Gündemin İçinden

Seren Yıldız Öztürk: Mağdur Kadın Çok da Mağdur Erkek Yok mu?

16 Mayıs 2020 - 13:08


Aile mahkemesi yazı işlerindeyim. İçeriye yüzü ve kolları tırmalanmış, yara bere içinde perişan bir adam girdi ve “koruma kararım çıktı mı? ” diye sordu. Adamcağıza “geçmiş olsun” dedim. Sükunetle “sizden biri” yaptı dedi. “Sizden” tabiriyle kadınları kastettiğini sandım. Meğer onu bu hale getiren eşi adliye personeliymiş ve adamcağız buna atıf yapmış.

***************

Kuşkusuz, ülkemizde ve tüm dünyada ayrımcılığa ve şiddetin her çeşidine maruz kalanların ezici çoğunluğu kadın.  Ancak bu gerçek, kadınlara karşı duygusal bir körlük geliştirmemize neden olmamalı.

Erkeklerin de kötü muameleye maruz kaldığını kabul etmek ve bunu gündeme taşımak, kadınların sorunlarını önemsememek anlamına gelmez. Tam tersi sorunlara insan hakları perspektifinden yaklaştığımızı ortaya koyar.

 “Pişmiş aştan, dövülmüş kadından zarar gelmez”, “Er bir vurur bir de yer vurur" gibi zararlı atasözleri ve bunları destekleyen geleneksel uygulamalar kadına yönelen şiddeti teşvik ettiği gibi, bu tür kültürel kabullerimiz nedeniyle erkeklerin daima güçlü, daima muktedir, öfkelendiğinde canavarlaşabilen varlıklar olduğu safsatasına gittikçe daha fazla inanmaya başladık. Nitekim her gün meydana gelen kadın cinayetleri de bu inancın beslendiğinin işareti.  

 “Kadınlık ve erkeklik görevleri” diye tanımlanan kavramlar nedeniyle, toplumun kadınlardan ve erkeklerden beklentileri farklı. (“Kadınlık” kavramının beraberinde getirdiği olumsuzluklar başka bir yazının konusu olsun.)

Erkekler güç ve kudretle özdeşleştirilen “erkeklik” kavramının her zaman yararını görmüyor. İş dünyasında nimetlerinden bol bol faydalansalar da, bedelini ödedikleri durumlar da oluyor; toplumda mesela erkeklerin acı çektiklerini göstermeleri hoş karşılanmaz. Ağlamamalıdırlar çünkü erkek adam ağlamaz. Her konuda güçlü olmak, eş ve çocuklarına müreffeh bir yaşam sunmak zorundadırlar. Eşinin gelirine ihtiyaç duymadan ailenin bütün ekonomik yükünü üstlenenler ideal erkeklerdir ve takdiri hak ederler. Ev işlerinde ideal dengeyi tutturamazlarsa, çevrelerinde alay konusu olma riskleri vardır vs.

Bunlara ilaveten aile içinde psikolojik ya da fiziksel şiddet gören erkekler, haklarını aramak bir yana bu durumlarını dile dahi getiremezler. Çünkü çevre onlardan böylesine bir “acziyet“ görmek istemez. 

Çocuklarına çok düşkün olan bazıları boşanmaya da cesaret edemezler.  Zira Türk Medeni Kanunumuz “birlikte velayet kurumunu” benimsemediğinden, velayet hakkı ise ekseriyetle anneye verildiğinden, ayda sadece iki hafta sonu çocuklarıyla görüşebilmek onlara yetmez. Mevcut hukuki uygulama, babaların çocuklarıyla daha fazla görüşme taleplerini eski eşlerinin insafına bırakmıştır. Çocuklarından uzak kalmamak için, içinde bulunduğu koşullara katlanmak zorunda kalan erkek sayısı hiç de az değildir. 

Erkekler şiddete maruz kalıyor mu?

İlginçtir, sivil toplumda “yakınları tarafından hakları ihlal edilen kadınlar” için çaba sarf ederken, mağdur erkeklerin de sandığımız kadar az olmadığı; ancak gizli kaldığı gerçeğiyle şaşırarak yüzleşmiştim. Peki eşinden ya da yakınlarından “fiziksel, cinsel ya da psikolojik” olarak şiddet gören ve azımsanmayacak sayıda olan erkeklere karşı toplum olarak tavrımız nedir? Erkeklerin de şiddet görebileceğine ne kadar inanıyoruz?

Saldırganlık erkeklerin tekelinde, onlara mahsus bir davranış mıdır?

Saldırganlık sadece fiziksel bir eylem midir, yoksa psikolojik boyutu da var mıdır? 

Bu soruların cevabı için evvela “şiddet” kavramından ne anladığımızı kendimize sormalıyız. Malum, şiddet dendiğinde ilk akla gelen dayak. Hal böyle olunca, bir erkeğin bir kadından tekme tokat dayak yediğini düşünmek hayal gücümüzü zorluyor, inandırıcılığı azalıyor. Ancak şiddetin sadece fiziksel boyutu yok.  Psikolojik ve cinsel şiddet gibi farklı dışavurum şekilleri de mevcut.  

 “Kadınların gördüğü şiddet” üzerine araştırmalar, anketler yapılıyor. Kadın odaklı çalışan örgütler sorunu sürekli diri tutuyor ve dikkat çekiyor. Kadına yönelik şiddetin sık dile getirilmesi “küresel bilinç” oluşmasını sağladı. Yasal değişiklikler yapılıyor, kadına şiddeti azaltmaya yönelik tedbirler alınıyor. Kabul edelim, tüm bunlara rağmen kadına yönelik şiddeti azaltma konusunda istenen sonuca ulaşılamadı. Ancak çözüm doğrultusunda harcanan bir çabadan söz edilebilir.

Peki mağdur erkekler için kim ne yapıyor? Şiddet gören kadınları koruyan sistemin aksaklıklarından hep yakınıyoruz. Haklıyız da. Ancak şiddet mağduru erkekleri koruyan bir sistem dahi yok. Nadiren medyada mağdur erkeklerin kendi aralarında dayanışma grupları kurup el yordamıyla dernekleşmeye çalıştıklarını okuyoruz. O kadar.

Sakin yaradılışlı, sağlıklı ortamda büyüyen, kendisiyle barışık erkeklerin maruz kaldıkları öfke, şiddet ve kötü muameleye misilleme ile karşılık ver(e)memesi yadırgamamamız gereken bir durum. Ne kadınlar daima iyi ve barışçıl, ne de erkekler daima saldırgan ve kötücüldür. Erkekler de kadınlar gibi sorunlar yaşar. Fiziki ya da psikolojik cebir, onların da ruh dünyasında yaralar açar.

İçlerinden bazıları eşlerini, yakınlarını dövüyor, kötü muamele de bulunuyor diye erkeklerin sorunlarına omuz silkemeyiz.

Kadın hareketinin gücünden ürken politikacılar, kadınların her koşulda ve daima mağdur olduğunu söyleyerek kadın hareketine selam gönderseler de yaşanan gelişmeler, bir halk sağlığı sorunu olan ve giderek yaygınlaşan şiddet olgusuyla “tüm yönleriyle” yüzleşmemiz gerektiğini gösteriyor.

Kimden kime yönelirse yönelsin şiddet, bütüncül ve insan hakları odaklı bir yaklaşımla ele alınmalı ve bu konuda çözüm odaklı doyurucu bir politikamız olmalıdır. Mağdurun cinsiyetini önemsemeden şiddete maruz kalan kadına da erkeğe de aynı duyarlılıkla yaklaşmalıyız. Çünkü kadınlar da erkekler de doğuştan sahip oldukları saygı duyulması gereken insan haklarına sahiptir.

*************

Sayın Ayşe Kudat’ın eserinden aşağıda kısaca alıntıladığım iki kardeşin anlatımları psikolojik şiddeti ve etkilerini fazla söze gerek bırakmadan anlatıyor. Erkeklerin yaşadıkları sorunları bir meslektaşımın tabiriyle “denizde kum tanesi” şeklinde niteleyenlere ithaf ederek yazıyı bitiriyorum. ( Ayşe Kudat, Al Kocayı Vur Sopayı, Doğan Kitap, sayfa 86).

Abla: “Annem sürekli bunalım içindeydi. Bağırtı çağırtısı hiç bitmezdi. Babamın adam olmadığını, toplumda yeri bulunmadığını söylerdi. Babam kapıdan içeri girer girmez onu aşağılamaya başlar, babam genellikle alışveriş yaparak gelir, yemeği de o pişirirdi. Biraz büyüdüğümde babama bu çileye katlanmamasını, çekip gitmesini söyledim. Bizleri bırakmak istemediğini belirtti. Bütün yaşamım suçluluk duygusu içinde geçti. O sustukça ben sustum, kişiliğimi kaybettim. Kocama karşı sevgiden çok acıma hissi duyuyorum şimdi. O da babam gibi edepli ve terbiyeli bir insan. Zaten evden ayrılmak için evlendim onunla. Sevmediğim için de acıyorum.”

İki yaş küçük erkek kardeş: “Geceleri gözümü kapamadan, sabahları gözümü açmadan annemin babama hakaretlerini duyar, yorganı başıma çekerdim. İkisinden de nefret ediyordum. Annemin susmasını babamın bağırmasını istiyordum. Başkaları duyacak ve benimle babam pısırık olduğu için alay edecekler diye ödüm kopuyordu. Büyüyünce ikisini de dövmek istedim. İçimde kontrol edemediğim bir şiddet büyüyordu. Arkadaşlarımla kavga çıkarıyor, canım acısa bile vurabildiğim kadar vuruyordum. Üniversitede gözleri görmeyen sınıf arkadaşımla yakınlaştım. Sakinliği, acizliği, bir babaya ihtiyaç duyması beni ona daha çok yakınlaştırdı. Sadece kör değil aynı zamanda sağır ve dilsiz olsaydı daha çabuk yakınlaşabilirdim. Uzun yıllar sonra onunla evlendim. Bazen korkuyorum. Günün birinde bana bağırmaya kalkarsa diye! Babamın anneme yapamadıklarını yaparım diye korkuyor ve kazara bir gün kendini kaybetmesin diye bunu ona hatırlatıyorum.”

Bu yazı 873 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum

Son Yazılar