Hava kirliliğinin, kömür dumanının insanın genzini ve gözlerini yaktığı, burnunu tıkadığı, nefesini kestiği, görüş mesafesini iki metreye düşürdüğü, kısacası insanı boğduğu 1970’li yılların puslu Ankara’sıydı. Üniversite öğrencisiydim. Her an silâhların, bombaların patladığı, sınıf arkadaşlarınızın ya vurulduğu, ya da bomba hazırlarken öldüğü yıllar.
Sokaklarda uluorta söyleyemediğiniz iki kelime vardı: Biri Kürt, diğeri Komünist. Bu kelimeler alçak sesle, hafif korkuyla, etraf kolaçan edilerek telaffuz edilirdi; birileri tarafından duyulursanız, başınız fena halde belâya girebilirdi: “Tabu, hain ilan edilmeksizin üzerinde konuşmayı göze alamayacağımız konudur.”
Ermeni kelimesiyse o yılların Ankara’sıında henüz tabu mertebesine bile yükselmemişti. Yoktu ki öyle bir şey, öyle bir mesele; durup dururken “Ermeni” kelimesini niye kullanasınız? Ermeniler, ne bileyim, dağınık vaziyette bir yerlerde yaşayan insanlardı.
Bizim evdeyse çocukluk ve genç kızlık yıllarım boyunca Ermeni kelimesi ancak, “Lübnan’da hep Ermenilerden alışveriş yapardık”, “Hatırlar mısın, Beyrut’ta ne şeker Ermeni komşularımız vardı” gibi bağlamlarda geçerdi. Ha, bir de, genel olarak Ermenilerden bir korku vardı: Babam yurtdışında görevli bir diplomattı ve ASALA, Türk diplomatlarını öldürüyordu. Babam da sayısız tehdit mektubu aldığı için tedirgindik.
Ermeni meselesi kalın, ölümcül bir buz tabakasının altında donmuş, derinlerin sessizliğinde sabırla gününü bekliyordu.
Kendim ne zaman ayılmaya başladım, buzlar bende nasıl ve ne zaman ağır ağır çözülme sürecine girdi hatırlamıyorum, ama süreç şaşkınlık, derin bir hüsran ve sancı doluydu. Bilenler bilir; donmuş, neredeyse buz tutmuş, tamamen uyuşmuş ten, sıcakla karşılaşıp ısınmaya başladığında hissedilen acı, korkunçtur.
1997 yılında İçişleri Bakanı’nın Ermeni dölü lafını hakaret olarak kullandığını duyduğumda, Türkler olarak Ermenilere korkunç şeyler yapmış olduğumuzu artık epeydir biliyordum; “…ama onlar da Ruslarla birlik olup bizi arkadan vurdular” lafına takılmayacak kadar da çok şey öğrenmiştim. Ancak, Ermeni dölü lafı, beni birden kendi çocukluğuma götürerek içimde bir kırılma noktası yaratmıştı:
“Turkish pig!”
İlkokulu Kopenhag’da bir Katolik manastırında okumuştum ve okulun tek gayri-Hıristiyan öğrencisiydim. Altı yıl okudum o okulda. Din derslerine ve dinle bağlantılı pek çok etkinliğe katılmayan tek öğrenciydim; sürekli dışlanıyordum: “Turkish pig!” Sevilmiyordum; sevilmediğim bana her vesilede açık açık hissettiriliyordu. Sınıfımızın yılsonu gösterisinde bile, bütün sınıf gibi benim de sahnede rolüm olduğu halde, ufak bir yaramazlığımı bahane ederek beni son anda sahneye çıkmaktan menetmişlerdi. Ama ne yapabilirdim; okula gitmeme seçeneğim yoktu; çocuklar okula gitmek zorundadırlar.
Kısacası, insanın, saatlerini-günlerini geçirmek, yaşamak mecburiyetinde olduğu “kendi” mekânında sevilmediğinin sürekli olarak hissettirilmesinin ne olduğunu iyi bilirim. Diğerleri has evlat, siz üvey evlatsınız. İşlemediğiniz, öğretmen nezdinde “faili meçhul” bütün suçlar sizin üstünüze kalır. Ve işte: Atalarınızın yüzyıllardır yaşadığı, vergisini ödediğiniz, “kendi” ülkenizin İçişleri Bakanı, yani sizin bakanınız, sizin adınızı hakaret olarak kullanıverir: “Ermeni dölü!”
Bunun acısını, utancını insan nasıl hissetmez derinden?
Hrant Dink’le 24-25 Eylül 2005 tarihleri arasında düzenlenen ve kısaca “Ermeni Konferansı”* olarak anılan toplantılarda tanışmıştım ve Hrant oracıkta, gönül akrabalarımdan biri oluvermişti.
Bir yakınım, konferans sonrasında bana telefonda derin bir üzüntü ve kaygıyla, “…demek Ermeni Konferansı’na katıldın. Peki, konuşmacılar, ‘biz Ermenileri astık, kestik, öldürdük’ dediler mi sakın?” diye sormuştu.
Çekinerek sorulan bu sorunun altındaki korku, galiba Ermeni Konferansı’nın düzenlenmesine ve Ermeni meselesinin deşilmesine gösterilen direncin temelini oluşturuyordu; bu korku nasıl da yer tutmuş bilincimizde! Ve bu korku, konferansın dokusuna boylu boyunca örülmüş bir iplik gibi, konuşmalarda belki de en sık işlenen konulardan biriydi. Haksız bir korku da sayılmaz: Buzlar eriyecek… tenimizde önce ufak bir karıncalanma… sonra artan bir sızı… derken iliklerimize kadar işleyen korkunç, bizi derinden sarsan bir acı hissedeceğiz.
Bununla baş edebilecek miyiz? Her şey, hep buzların altında uyku halinde kalsa daha iyi değil mi? Kişinin kendini acıya karşı savunmak istemesinden daha doğal ne olabilir?
Bu savunma refleksinden ötürüdür ki hatırlamak istediklerimiz, hep mutlu olaylardır: Sosyal medyada veya aile albümlerimizde yer alanlar, kendimizin ve yakınlarımızın sevinçli günlerine ait anılar, fotoğraflardır. Hatta, unutmak istediğimizin kişilerin –boşanılan eş, ayrılınan nişanlı– kafasının, toplu aile fotoğraflarından kesilerek çıkartıldığını çok görmüşümdür. Atılan dayakların, aile içi şiddetin fotoğraflarını kimse koymaz paylaşmaz uluorta; hatta bu tür sahnelerin kayda geçmesi engellenir: Kırılan kol, yen içinde kalacaktır.
Aynı şekilde uluslar da zaferlerini vurgularlar, kutlarlar, kaydederler; aile fertlerinin hafıza albümlerine kahramanlık masalları nakşederler. Suçluluk hissedilen anılarsa unutulmak, başkalaştırılmak, araya mesafe koyarak aklîleştirilmek, –örneğin, rakamlara döküp istatistikleştirilmek– istenir. Çünkü sayısal bilgi yerine etten-kemikten “insan” faktörünün işin içine katılmasıyla o kuru rakamlar canlanacak, çekilen acılar ve korkular hortlayacaktır.
Hrant Dink o duygu yüklü konuşmasında, üç bin yıldır atalarının yaşadığı, kök saldığı, “vatan” bildiği Anadolu topraklarında “yersizleştirilme”, “hiçbir yere ait olmama”, “yitim” duygusu yaşamanın ne anlama geldiğini anlatmaya başladığında, salonda ağlamayan, en azından gözleri yaşarmayan tek kişi olduğunu sanmıyorum.
Yaraların kapanması, bizim korkmayan, kendiyle barışık, gerçek anlamda “cesur” bir toplum olabilmemiz için kendimizle, korkularımızla, geçmişimizle yüzleşmeye ihtiyacımız var.
Ama sadece biz mi böyleyiz? Bu, evrensel bir sorun. 15 Ocak 2007 tarihli Newsweek dergisindeki bir makalede, Almanya’daki lise ders kitaplarının yaklaşık yarısında, “Doğu Almanya” diye bir kavramın hiç yer almadığı; yer aldığı kitaplarda ise, örneğin, halkın geniş katılımına sahip “demokratik merkeziyetçi” bir rejim olarak tanıtıldığı anlatılıyordu. Yani 265,000 kişilik muhbirler–ajanlar ordusuyla 44 yıl zorbalıkla yönetilen Doğu Almanya’nın tarihe karışmasının üzerinden daha sadece 17 yıl geçmiş ve Almanlar, albümlerinde yer almayan acı fotoğraflarla nasıl yüzleşeceklerini bilemez durumdalar!
Bulgaristan’da ise gizli polis arşivlerinin müdürü, tam da dosyalar araştırmacılara açılacakken, geçtiğimiz Kasım ayında çalışma odasında ölü bulunmuştu.
Hepimiz anlı şanlı bir geçmişe sahip olduğumuza, geçmişimizde “de” âdil ve pırıltılı olduğumuza inanmak isteriz. Ve geçmişle, öcülerle, acı fotoğraflarla aramızda köprü oluşturabilecek her kimse veya neyse, onu tehdit olarak algılarız.
Ama tehdit olarak algıladıklarımız aslında kendi korkularımızdır. İşte bu korkuydu Hrant Dink’in hayatına mal olan. Korku, vicdanın en güçlü susturucularından olsa gerek.
1915’te ne travmalar yaşandı. Ama sadece mağdurları kastetmiyorum:
Failler de travma yaşadı. Faillerin yakınları, yaşananların tanıkları, tanıkların yakınları, yapılanları onaylamayan fakat korktukları için pasif kalanların iç çelişkileri, suskun kalanların utançları… İnsanın insanlığından edilmesi. Kuşkusuz, çok ağır bir depresyon geçirilmiş olmalı.
Yıllar evvel tanıştığım bir psikiyatr, çocukluk depresyonlarında çocuk tedavi görse bile, o sırada edinilen değersizlik duygularının kolay kolay yok olmayabileceğini, kişiliğinin bir parçası haline gelebileceğini söylemişti. Acaba bizde bu depresyon atlatıldı mı? Bizim toplum bugün çocuk mu sayılır, yetişkin mi? Bunu bilemiyorum.
Tek bildiğim, Hrant Dink’in sözünü ettiği o korkunç “yitim” duygusunu –kendi adıma, çocuklarım adına, müstakbel torunlarım adına, Ermeniler adına, bütün “öteki”ler adına– bugün ciğerimin dibinin dibinde hissettiğim. O buruk, hüzünlü sürgünlük hissi, hiçbir şeyin deva olamadığı.
Bizim kültürümüzde özür dileme refleksi pek yok. Birinin ayağına yanlışlıkla basıp “pardon” demekten söz etmiyorum; daha derin, daha gönlü, kalbi ilgilendiren konulardan söz ediyorum. Yüzleşmek, kolay değil.
Psikoterapi alanlar iyi bilirler: Fobilerimizi yenmenin yolu, öcülerimizden kaçmak değil, üstlerine üstlerine gitmektir. Nitekim bizim de kendimizle barışık, huzurlu bir toplum olabilmemiz için kendimizle, korkularımızla, geçmişimizle yüzleşmeye ihtiyacımız var.
Sanırım benlik algımız çok kırılgan; psikiyatrın sözünü ettiği değersizlik hissimiz, yüzleşmemizi fazla riskli ve korkutucu hale getiriyor.
İçimde bir umut var, çünkü Hrant Dink, Ermeni Konferansı hakkında, o çocuksu sevinciyle ve coşkusuyla şöyle demişti:
“İki algılamam var bu konferansla ilgili. Birincisi, bu konferansı Türkiye’nin gerçek anlamda demokratik sürecinin bir parçası sayıyorum. Önemli bir eşik atlandı! İkincisi, Ermeni dünyası açısından da bu konferansı çok çok önemsiyorum. Çünkü Türkleri hâlâ bıraktıkları noktada, hâlâ 1915’te sanan bir diaspora var, ‘Türkiye değişmez, Türkler değişmez, onlar bunu kabul etmez, onlar laf anlamaz, onlarda vicdan yok’ diye düşünen… Ama bu konferansın yapılması onları, ‘Türkiye’de bir şeyler oluyor, ne oluyor?’ sorusuyla, olumlu yönde şaşkına çevirecektir.”
Hrant Dink gerek bizlerin, gerekse diaspora Ermenilerinin gözüne albümlerde yer almayan fotoğrafları sokuyordu; çocuklarımızın, torunlarımızın huzurlu yaşayabilmeleri için.
Bu durumda ne yapacağız? Bu kez de bizim torunlarımız bizim ne tür insanlar olduğumuzu asla öğrenmesin, onlar da bizi “anlı şanlı” bir geçmişle özdeşleştirsin diye, geçmişimizin, Hrant Dink’i nasıl öldürdüğümüzün fotoğraflarını sumen altı mı edeceğiz?
Yoksa… bu en acı fotoğrafları, asla unutulmaması ve tekrarlanmaması amacıyla, zamanla hepimizi belki daha merhametli, daha sevgi dolu insanlara dönüştürebilecek bir ayna kabul edip, albümün en özenle hazırlanmış sayfasının ortasına mı yerleştireceğiz?
2007
Gülayşe Koçak, “Denemedi Demeyin”, Alfa Yayınları, 2017
YORUMLAR