Haber365.com.tr den alınmıştır...
Ayasofya, müzelik olmaktan çıkartılıp yeniden mabed hüviyetine kavuştu. Her kafadan bir ses çıkıyor şimdi. Çıkar, kafadır bu, normaldir, o kafada iki göz iki kulak ve bir ağız vardır, iki kulak farkı duymaz, iki göz farkı görmez ise, ağzı olan konuşur durur, beşerin bilindik hâlidir, geçer.
Bu köşede ve sosyal medyada yazdıklarımı takip edenler fark etmiş olmalılar; Ayasofya meselesinde 1934'ten beri müze olarak kullanılan o 15 asırlık yapının aslî hüviyetinin mabed oluşuna vurgu yaptım hep. Ayasofya'nın asli hüviyetinin cami olduğunu yazanlar, söyleyen oldu ama bu yanlış bir hükümdü.
Tıpkı Ayasofya'nın 1453 fethinin öncesinde kilise olduğunu söyleyerek “Aslı kiliseydi, kilise yapılsın” diyenlerin hükmü kadar yanlış. Kilise yapılmadan önce de bir pagan tapınağı idi o yapı, din değiştiren imparator, o pagan tapınağını yeni inancının bir gereği olarak Tek Tanrı'ya ibadet edilmek üzere kiliseye çevirmişti. En geriye gidilecekse şayet, kilise de değil yeniden pagan tapınağı olarak açmak gerekirdi.
Ayasofya'nın asli hüviyeti; bir mabed oluşudur, insanın sorumluluğu bir mabedi ancak bir mabed olarak korumak ve yaşatmaktır. İnsanın en eski inançlarından biri, mabedlerin asli hüviyetine dokunanın lanete uğrayacağına dair inançtır. Nitekim Latin Katolikler, 1204 yılında Papa'nın emriyle çıktıkları 4. Haçlı Yürüyüşünde Ortodoks dünyanın başkenti olan İstanbul'u işgal ederek Ayasofya Kilisesi içinde yağma yapıp, rahibelere mabed içinde tecavüz edip türlü rezillikler işlediklerinde, bütün Ortodoks Hristiyanlar, Katolik Hristiyanların lanetlendiklerini ve mutlaka Tanrı tarafından cezalandırılacaklarına inanmışlardı. Bizans din adamlarının “Ayasofya'da Papa'nın külahını görmektense, Osmanlı sarığını görmeyi tercih ederim” demelerinin altındaki gizli lanetin sebebi buydu.
Bu kadim inancın bugünkü hukukta da yeri vardır; bir mabed yansa, yıkılsa, yerle bir edilse dahi, yerine ancak yeni bir mabed yapılabilir. Anadolu'daki çoğu kilise ve manastırların ve fetih sembolü olan camilerin tarihlerine baktığınızda ya Kameri yahut Şemsi tapınağı olduğunu görürsünüz. Bosna Hersek'te Sırp Çetniklerin yahut Hırvat Ustaşaların yani faşistlerin son temel taşına kadar yıktıkları camilerin otopark haline getirilmiş arsaları tek tek tespit edilip eskisine uygun yeni camiler inşa ediliyor bugün. Aslolan budur; mabedin arsası üstüne otopark bile yapamazsınız, yaparsanız lanetlenirsiniz. Kadim inanç budur.
İslam düşünce ve inanç dünyasında bütün yeryüzü mescittir, çünkü hakikatte asıl mabed İnsan'dır. İnsan nerede ise, mabed orasıdır. O nedenle insan, önce insana hizmet etmelidir, insana saygı duymalıdır. İnsana saygı duymayan lanetlenir. O nedenle; insan insanın hem mabedi hem lanetidir.
Burada laf uzar gider, sözün özünü merak eden Yunus Emre Divanı'nı açıp baksın, bir mısra ile her şeyi anlatır o.
Demem o ki; mabed olarak inşa edilmiş bütün mimari yapılar, Allah'ın değil, İnsan'ın sembolüdür. O sembol yapıları yaşatmak için ecdad genellikle vakıflar kurmuş, o vakıflara akar olacak başka yapılar oluşturmuş, arsalar, araziler bağışlamış ve yağmalanma ihtimaline karşı da vakıf senedine azıcık vicdanı olanları dehşete düşürecek lanet uyarısı koydurmuş. O lanet vakfın asli amacı dışında kullanılması, suistimal edilmesi, yağmalanması, çarçur edilmesi ihtimaline karşıdır. Çünkü vakıf insana hizmet içindir, aksi insanın suistimal edilmesi, yağmalanması, çarçur edilmesi demektir.
Bu noktadan bakıldığında, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş'ın Ayasofya Camii minberindeki Cuma Hutbesi'nde söylediği şu sözler çok özel bir anlam kazanır:
“Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar. Vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar”
Bu bir lanet okuma değil, yukarda bahsettiğim kadim bir inancın hatırlatılmasıdır.
Kimse kusura bakmasın, bu sözlerle Diyanet İşleri Başkanı'nın Atatürk'e atıfta bulunarak üstü örtülü şekilde, yani takiyye yaparak lanet okuduğu anlamını çıkaran, bu çıkarsama ile açıktan isyan eden yahut gizliden sevinen her kim varsa ahmaktır.
Hutbeyi televizyonda canlı olarak dinledim. Bu sözleri duyduğumda içimde uyanan ilk düşünce şu oldu:
“Diyanet İşleri Başkanı fırsatı yakalamış vakıf yağmacılarına Ayasofya minberinden tokat atıp kulak çekiyor!”
Hadi gelin bu sözleri üstümüze almadan, ideolojik ahmaklıkla Atatürk'e atfedip öyle okuyalım, bakalım hangi sorular ve cevaplar ortaya çıkıyor:
Atatürk; Ayasofya Vakfı'na dokundu mu?
Hayır, aksine 1934'teki müze kararından hemen önce o vakfı Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına tescil ettirip tapu senedini çıkardı. Böylece ilerde türlü bahanelerle Ayasofya Vakfı mallarının çarçur edilmesinin önüne geçti. Tapu Senedine “Ayasofya-yı Kebîr Camii Şerifi” ibaresini koyarak, Fatih Sultan Mehmed'in vakfiyesindeki şartı tescil ettirmiş, vakıf sahibinin vasiyetinin ve yapının vasfını da altını çizip sabitlemiş oldu. Vakfedenin şartını çiğnemedi, adeta baş üstüne taşıdı.
Bu tescilden bir kaç yıl sonra Ayasofya'nın Müze yapılmasına dair Bakanlar Kurulu Kararının, bu tapu senedi karsısında kalıcı hiç bir hükmü olamaz. O tapu senedi varken verilecek her hüküm geçici olmaya mahkumdur. O karar basit bir yargı kararıyla bozulabilir. Akıbet olan da budur.
Müze kararı geçici bir karardı evet. Şayet öyle olmasaydı öncesinde vakıf tescil edilmez, Ayasofya'nın cami vasfı tanınmaz yahut tapu senedi hatta Fatih vakfiyesi yok edilir, akla gelebilecek her şey yapılırdı. Yapılabilirdi Atatürk isteseydi.
Kaldı ki Ayasofya'nın müze olmasına dair kararda Atatürk'ün dahli ve rızası var mıydı yok muydu, karar altındaki imza ona mı aitti, sahte miydi meselesi bugün de tartışmalı bir konudur. Diyelim ki karar ve imza ona aittir; vakıf sahibinin laneti Atatürk'ü yakar mı?
Siz cevap verin;
Def-i belâ niyeti ile yapılan bir eylem ne kadar yakar bir insanı? Hele ki o insan sadece kendisinden değil, yıkılmış bir imparatorluğun geride bıraktığı yaralar içinde neredeyse tükenmiş bir toplumdan sorumlu bir yönetici ise? Siz olsanız yerinde ne yapardınız? Yahut Tayyip Erdoğan olsaydı ne yapardı?
Tayyip Erdoğan'ın zamansız kışkırtmalara karşı “Ayasofya'yı açarsak şunlar şunlar olur, önce şu Sultanahmet Camii'ni doldurun” deyişinin üzerinden kaç yıl geçti? Sayın, hesab edin, sonra ne yapardı ne yapmazdı tahmin etmeye çalışın.
Velhasılı kelam...
Bendeniz derim ki; Diyanet İşleri Başkanı'nın Ayasofya hutbesindeki o sözleri dünle değil bugün ve yarınla alakalı sözlerdir ve hepimiz için dehşetli bir uyarıdır.
Bugün; miras yoluyla atalarından devraldığı vakıf mallarını çarçur eden kaç kişi vardır sizce? Çok değil mi? Var öyle benim tanıdığım insanlar. Dedesinden kalma tekke vakfına ait arsaları, arazileri bozuk para gibi harcayıp hem lanet okuya okuya yaşayan hem perişan ölümlerinin ardından lanet okuna okuna anılan çok insan tanıyorum.
Kendi kurduğu vakfı amacından saptırıp aile şirketine dönüştüren, holdingleştiren, hem vergiden kaçan hem vakıf üzerinden devlet hazinesine ve varlıklarına çöken hiç mi tanıdığınız yok? Yahut buna dair hiç mi haberler okumuyorsunuz?
Kaldı ki bugün inanç temelleri üzerine yükseltilmiş vakıflara dair spekülatif haberlerin ardı arkası gelmiyor ve neredeyse vakıf kavramı toplumsal bir yaranın, çürümenin ve kokuşmanın kaynağına dönüşmek üzere. Neredeyse. Allah korusun!
Dolayısıyla, o hutbedeki ikazı kendime uyarı aldım ve içim titredi:
“Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar. Vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar”
Bu sözleri dinleyen; bugünü bırakıp düne mal ederek öfkelenen yahut gizlice sevinen bence ahmaktır.
Bu sözleri söyleyen; bugüne bakmayıp dünü kastederek söylemiş ise şayet, yani takiyye yapmış ise o da diğerleri gibidir.
O halde, kimsenin kimseye diyecek sözü, bakacak yüzü kalmaz!
Sahi biz o kadar aptal bir toplum muyuz gerçekten?
Sen söyle Leylâ!
YORUMLAR