Dün gece “Anadolu’daki Afgan Çobanlar” isimli bir belgesele denk geldim. Çoğumuzun aşina olmadığı bir çaresizlik derecesinin yollara sürdüğü, sürüler peşinde diyarlar aştırdığı insanların hazin öyküleri… Çoğu tek başına, karın tokluğu için yaşayan, kazandığını kuruşuna dokunmadan ailesine gönderen babalar; aralarında iki yaşına gelmiş çocuğunu hiç görmemiş olanlar dahi var. Biri, Pakistan, İran gibi ülkelerden sonra durağının Türkiye oluşunu, beş çocuğu için en iyi eğitim imkânını sunan ülke olmasına bağlıyordu. Ama bir diğeri şehirden şehire sığınacak bir liman ararken “Orada beş ay çalıştım, patron paramı vermeyince Kayseri’ye geldim.” diyordu.
Bu vahim cümle bam telimi şiddetle sarstı. Güvenecek kimsesi olmayan yalnız bir adamı kavurucu yaz sıcağında veya kış soğuğunda uçsuz bucaksız çorak tepelerde günlerce dolaştırıp parasını vermeyecek pervasızlık nasıl mümkün olabiliyor diye hayıflanırken nispeten daha küçük mutsuzluklarıma sebep olan en önemli yaralardan birinin de “güvensizlik” olduğunu duyumsadım.
İnsanlara güvenememenin, ister istemez ilişkilerin zayıf noktalarına odaklanışımın ve bunun bende yarattığı huzursuzluğun bir kere daha farkına vardım. Bunun sebebine erişmek için psikolojik filmlerden ve uzman konuşmalarından bildiğimiz, çocukluğa inme klişesine başvurmak istedim ama hafızam önüme kaydadeğer bir veri koyamayınca fazlaca yoğunlaşamadan vazgeçtim.
Saat iyice geç olmuş ve evin ayaktaki tek bireyi olarak yavaştan yatağın çekim alanına girmeye başlamıştım. Her seferinde olduğu gibi uyutmayan düşünceler yine düşmek için bu anı beklemişti. Birden, paylaştığım arkadaşlarımı en az yirmi beş yıldır hiç görmediğim ve bu sebeple üzerine konuşmamızın mümkün olmadığı, yani gerçekleştiği günden bu yana hiç işlenmemiş, sözü edilmemiş, el değmemiş bir anı zihnime uğrayıverdi.
On üç, on dört yaşlarında, ortaokulda olmalıydık. Bir yaz tatilinde, haftasonuydu. İlkokulun başından beri basketbol kurslarında ve sonrasında okulun basketbol takımında beraber olduğumuz üç arkadaşımla bir sokak basketbolu turnuvasına katılmıştık. Hani şu üç oyuncu ve bir yedekle katılınan, tek pota oynanan maçlarla iki gün sürüp zafer ya da hüsranla bitenlerden. Turnuvanın ev sahibi ilçemizdeki en büyük spor kulüplerinden biriydi ve aynı zamanda bu kulüp ezelî rakiplerimizdendi. Rakip takımın o günkü antrenörü de eski antrenörümüz Uğur Abi.
Yakışıklı, giyimine, hareketlerine, çevresine, antrenör olması hasebiyle bilgi ve tecrübesine imrendiğimiz, kulüp değişikliği nedeniyle ayrıldığımıza üzüldüğümüz, hayatımızda iz bırakmış, spor hayatımız boyunca muhatap olduğumuz belki beş, belki on antrenörden biri olan Uğur Abimiz. Turnuva boyunca karşılaştığımız tüm rakipleri geçerek final maçında Uğur Abinin takımıyla karşı karşıya gelmiştik. Rakip takım fiziken bizden üstün, ev sahibi olmanın sağladığı seyirci avantajıyla çok daha özgüvenli ve ataktı. Ancak biz de kendini ispatlamak isteyen ve birbirine inanan dört genç olarak pes etmeye meyyal değildik.
Maç uzadıkça üzerimizdeki baskı artıyor, deniz kenarında yürüyen, sahaların etrafındaki restoran ve kafeteryalarda yiyip içmekte olanlar, tenis kortlarında, halı sahalarda maçları bitenler de bu kıran kırana rekabetin merakına kapılan kalabalığı artırıyordu. Maç süre sınırlımıydı yoksa sayı sınırlımıydı, hafızam cevap vermiyor ama unutamayacağım son, gözyaşlarımızla kendisinde mühürlüdür. Sonlara doğru yenilmeyeceğimizi anlayan ve her nasılsa tarafı olduğu bir maçın hakemi de olan Uğur Abi, ağabeyimiz, kendi takımını kayırmaya başladı. Sert oynamalarına izin veriyor, faullerini çalmıyor, kupayı kaptırmamak için ufak dokunuşlarda bulunuyordu.
Bizi hırslandıran bu hamleler çözüm olmayınca turnike atan arkadaşım Ali’ye hücum faul, tertemiz bloklar yapan Alp’e kastî faul, yanından geçmeyen Can’a hatalı yürüme, durduğu yeri bilen bana da çizgiye basma nevinden haksız düdükler çalmaya başladı. Böyle geçen dakikalar dahi rakip takımın galip gelmesine yetmiyor, maç uzadıkça çaresiz dörtlümüzün sinir seviyesi ve hatta maçı izleyenlerin tahammül seviyesi de zorlanıyordu. “Uğur Hoca bitir artık, yapma!” sesleri cılız da olsa kulaklarımıza geliyordu.
Ama Uğur Hoca’nın pek umrunda değildi. Hedefe kilitlenmiş görünüyordu. Hüngür hüngür ağlayarak oynamaya devam eden, çalınan her düdüğe yaşından büyük isyan haykırışlarıyla cevap veren dört çocuğu sanki hiç tanımamış, hiç sevmemiş biriydi. Bunu bize nasıl, neden yaptığına anlam verme noktasını çoktan aşmış, nefretle dolmuştuk. Ortamın güzelliği, dönemin hareketli parçaları, aşina olduğumuz ve kalbimizde yer edinmiş oldukları hâlde etrafımızda dolaşan güzel kızlar, yaşımızın en güzel günlerinden birinin kâbusa dönüşmesini engelleyemiyordu.
Rakip takımdaki çocuklar dahi bu işten sıkılmaya başlamış, lehlerine çalan düdüklere rağmen galip gelip oyunu bitirememek onlar için işi beklenenin aksi bir sonuca vardırmış, utanç vesilesi olmuştu. Onlar da öyle veya böyle maçın bitmesini ister durumdaydılar. Hatta sanırım bir tanesi karşımda savunma yaparken, bir yandan ağlayıp bir yandan da potaya yol arayan bana “Ağlama, haklısınız.” bile demişti.
Sonunda kaybettik. Uğur Abi öğrencilerine kupayı verirken maçı izleyen kimsenin takdirini kazanmış değildi. Çocuklar da kupayı alır almaz ortadan kayboldular. Velileri ve maçı izleyen yetişkinlerin hemen hepsi bizi tebrik ve daha çok da teselli etti. Maçın önünde sonunda kahramanlar lehine döndüğü sadece filmlerde oluyor. Hayat ise mağlubiyetlerle bazen kağıtlara, bazen kalplere iz bırakıyor. Bu anı, güvensizlik kaynağıma dair beynimin çıktılarından sanırım sadece biriydi.
Böylesi nice hayal kırıklıkları ve suistimaller sonrasında yetişkinin elinde kalan çocukluğunun acıları oluyor. İnsanda iz bırakma imkân ve ihtimali olanların çıkarlarını koyacakları dolap pek el altında, pek gözi önünde olmamalı. Yoksa kolay çekilen bu silah gayet yıkıcı olabiliyor. Hak ettiğini alamayan insansa ya tehlikeli ya da mahzun oluyor ki her ikisi de toplumsal kayıplarla sonuçlanıyor.
Uğur Abi’ye ne mi oldu? Bilmem. Hayatımıza dokunan o beş, on antrenörün çoğunu zaman zaman televizyonda, en üst liglerdeki takımlar için saha kenarında ter dökerlerken görürüm. Uğur Abi’yi en son gördüğümde babasının pastanesinde, tezgâhın başında, külaha dondurma koyuyordu. Hava sıcak, dondurma soğuktu…
egitimheryerde.net
YORUMLAR