Asrın ensar annelerinden…
Kiyafet Hala
Kendi ruh köklerinden aldıkları ilhamla, her yere insani olmanın rengini ve boyasına çaldılar. Çaldılar ve kendilerini umum beşeri değerleri tekrar ikame ettirmeye adadılar. Bu adanmışlık içerisinde yeryüzüne dağılan Hak dostları, bir gün gelecek dünyanın renk ve desenini değiştirerek, zalim mengenesinde sıkışan insanlığı son bir kez daha kurtaracaktı. Bütün dünya ve yedi kat sema, onların Muhammedi soluklarıyla inleyecek, Nemrutların yaktığı zulüm ateşlerini bu İbrahimiler, mesihvari nefesleriyle söndürecekler.
Ömrünün büyük bir çoğunluğunu çile, ızdırap ve yokluklar içinde geçmişti. Ruhu hayatın acımasız paletleri altında inim inim inlerken, gönül dünyasında gerçek bir bahar yaşayamamıştı bu yaşına kadar. Doğduğundan beri çevresinde hep yalancı şafaklar, fırtınalar; ruhu yüzüne aksetmiş kara ruhlu insanlar dolaşıp durmuştu. Uzunca zamandır kış mevsiminin yaşandığı topraklarda, kardan, kıştan, tipi ve fırtınadan bunalan ve bahara hasret, kırlangıçların gelmesini bekleyen çocuklar misali gözleri hep yollarda kalmıştı.
Bir Güneş Doğuyor
Kadife gibi bir kalbe sevgi, sadakat ve vefayla şahlanmış bir yüreğe sahipti Kifayet Hala. Sevgi mızrabı bir seher yeli gibi vurunca gönül tellerine kışını bahara çevirmiş, semasındaki yağmur vermeyen bulutları sürüp götürmüş ve güneş o sımsıcak yüzünü göstermişti gönül bahçesine. Bahar bir çiçekle gelmez diyorlardı ama, çiçekler baharın en aldatmaz müjdecileriyle onun dünyasında. İşte Kifayet hala o münadilerden birinin sesiyle gerçek bahara uyanmış, gönül yamaçları güllerle adeta bir gelinlik giyinivermişti.
O, çok ince düşünüp ince dokuyan, etrafındaki insanlara hayat dolu gözlerle bakabilen birisiydi. Zaman geçtikçe gönül dünyasına bulutların dağıldığını hisseder gibi oluyordu. Günlerden bir gün anasını, babasını, sevdiklerini bir sevda uğrunda arkada bırakıp, gençlik hayallerini bir bavula koyarak ülkesine gelen Mustafa Kemal Hoca ile yolları kesişir. Kısa zaman içerisinde hem Mustafa Hoca’ya o kadar bağlanmıştı ki, adeta onlarsız nefes alamaz hale gelmişti. Kifayet Hala bütün dertlerini unutuyor, evi bayram yerine dönüyordu onlar hanelerine teşrif edince. Bu dostluk böyle devam edince, hem eşinin çalışıyor olması, hem de Mustafa Beyin iş yoğunluğu sebebiyle çocuklarının bakımını da Kifayet Hala üstlenmişti.
.
Mustafa Kemal, Hakka teslim olmuş, ondan gelecek her şeye ‘amenna’ diyebilen birisiydi. Kolon kanseri olduğunu öğrendiği gün bile, gönül dünyasında asla bir sarsıntı yaşamamıştı. Bu hadiseyi metanetle karşılasa da, onu seven Kifayet hala bu haber karşısında adeta yıkılmış, dünyasındaki şafak tam ağarırken, adeta tekrar kararıvermiş; ‘’ Ya Rabbi! Mustafa Hocayı hanımına ve çocuklarına bağışla’’ diye dua dua yalvarıyordu.
Evet, daha teru-taze bir delikanlı iken, bıyıkları hicret diyarında terleyen Mustafa Bey, kolon kanserine yakalandığı gerçeğini doktorundan öğreniyordu. Ama yıkılma, ye’se düşme yerine bu korkunç hastalığa karşı metanetle ayakta durmaya çalışıyordu. Çünkü hayatında hep dirayet eksenli yaşamış, öğrencilerinden başka gözü hiç bir şeyi görmemiş, dünyalıklar ona asla boyun eğdirememişti.
Kifayet Hala, Mustafa Bey’in derdiyle iki büklüm olurken, Yüce Allah kader denk noktasında da onları aynı hastalıkla da birbirine yakınlaştırmıştı. Dayanılmaz sancılar onun da ufkunu karartınca, o da Mustafa Bey gibi kolon kanserine yakalandığını doktorundan öğreniyordu. O da Mustafa Bey gibi bu hastalıktan hiç şikayet etmedi ve asla sarsılmadı. Nasıl başka türlü olabilirdi ki, hayat ve hadiselere bakışı onlardan öğrenmiş, manevi dantelasını hep onların nakışlarıyla örgülemişti. Hastalığından şikayet etme yerine sürekli ‘’Benim Mustafa Hocamdan neyim fazla ki’’ diyerek kendisini teselli ediyordu.
Ömrünü dolu dolu yaşayan bu mefküre sahibi insanların hayatları unutulmaz anılarla doludur. Sıkıntılarında ayrı bir sürur, sevinçlerinde ayrı bir burukluk yaşarlar. Hayatlarını hep başkalarının mutluluklarına bağlı yaşadıkları için kendilerine ait bir duyguları olmazdı çoğu zaman gönül dünyalarında. Çünkü, yaşamak yerine hep yaşatmaya adamışlardı kendilerini.
Zaman ilerledikçe Kifayet Hala’nın acıları yelkovan misali vücudunun her tarafına dolaşıyor, hastalığının verdiği sancılarla yatağında adeta kıvranıyordu. Durumu çok ağırlaşmış, ağrı kesiciler bile onun ağrılarının dindirmeye yetmiyordu. O, bu haldeyken bile hep vefalı muhacir oğlunu düşünüyor, sanki onun acılarını da kendi ruhunda hissediyordu. ‘’ Mustafa Hoca’dan bir haber var mı? Ona bir şey mi oldu? Niye bana ondan haber vermiyorsunuz?’’ diye oğluna sitem ediyordu. Bundan sonra yaşananları oğlundan dinleyelim.
‘’ Anamın hastalığı çok ilerlemişti. Anladım ki anam son günlerini yaşıyordu. Bir ara kendine gelerek ‘ Oğlum, Mustafa Hoca’dan bir haber yok mu? O nasıl. Yoksa bir şey mi oldu ona da, bana söylemiyorsunuz’ dedi. Ben de Anacan narahat olma, Mustafa Hoca iyi desem de onu bir türlü razı edemiyordum. Sanki yatakta inleyen, iki büklüm olan o değilmiş gibi, bir de Mustafa Hoca’nın dertleriyle ilgileniyordu. Çünkü onunla aralarında çok ayrı bir bağ vardı anamın. Onu bazen kıskanmıyor değildim. Çünkü anam onu bizden daha çok seviyordu. Nasıl sevmezsin ki, manevi olarak ondan çok şey öğrenmiştik hepimiz. Onların gelip gitmeleriyle evimize adeta huzur gelmiş, Hak adına ne biliyorsak hep ondan öğrenmiştik.
Son Görüş
Evet, anamı bir türlü razı edemedim, inandıramadım Mustafa Bey’in durumunun iyi olduğuna. Durumunu bildiğim için, onu da rahatsız etmek istemiyordum ama, anamın ısrarları üzerine onu aramaya karar verdim. Vakit kaybetmeden onu aradım ve telefonu Mustafa Hocam açtı;
- Alo, Mustafa Hocam nasılsınız. Anam yanımda sürekli ağlıyor, Mustafa’ya bir şey mi oldu da benden gizliyorsunuz diyor. Sizinle görüşmek ve sesinizi duymak istiyor dedim. Mustafa Hocam o sevecen sisiyle;
- Hele, ver telefonu benim halama bakayım, dedi.
Anam onun sesini duyar duymaz hüngür hüngür ağlamaya başladı, sanki acılarını unutmuşçasına. Ben bu tablo karşısında kendimi tutamadım, ben de ağlamaya başladım. Çünkü birbirini ana-oğul gibi seven, aynı hastalıktan son günlerini yaşayan; biri ensar, ötekisi muhacır, öleceklerini bildikleri halde birbirlerine nasıl teselli veriyorlardı anlatamam.
Sonra Mustafa Hocam;
Sonra Mustafa Hocam;
- Kifayet Hala, eğer sen orada ağlayacaksan, ben burada üzeleceğim. Sana sözüm olsun ben gelip yine senin tatlı çayını içecek, senin o mübarek ellerinden öpeceğim dedi. Anam bol bol dua ederek telefonu kapattı.
Bu konuşmadan sonra sanki anamın bütün acıları, dertleri gidivermişti.Onunla konuşması ona adeta bir moral yüklemesi yapmıştı.Ama onlarda biliyordu ki, bu hastalıktan da kurtuluşları yoktu ve günler, saatler, dakikalar, saniyeler, saliseler bir sünger misali nefeslerini adeta yutuyordu.
Bu konuşmadan tahminen 10 gün geçmişti ki, Mustafa Kemal Hoca’nın Hakk’a yürüdüğü haberi geldi Türkiye’den. Ben adeta donup kalmış, ne yapacağımı ne diyeceğimi şaşırmıştım. Onun vefatına mı üzüleyim, bu haberi anama nasıl vereceğimin derdine mi?Anam da son günlerde iyice ağırlaşmış, aylarca doğru-dürüst bir şey yemiyordu. Adeta konuşmaya bile mecali kalmamıştı. Ama hala Mustafa Hoca’nın vefat haberini ondan gizliyorduk. Bir akşam üzeriydi durumu çok kötüleşmiş, vefat etti diye başında ağlaşmaya başlamıştık. Nefes alışları dışında bir hayat emaresi görünmüyordu.
Belli bir vakit geçtikten sonra anam birden gözlerini açtı ve sanki hiç bir şey olmamış gibi bizimle güzel güzel konuşmaya başladı. Adeta şok olmuştuk. Öyle güzel şeyler anlatmaya başladı ki, sanki gideceği yeri tarif ediyormuş gibiydi. Anamın Mustafa Hoca’nın vefatından haberi olmamasına rağmen; ‘’ Siz benden Mustafa Hoca’nın vefatını gizlediniz ama, ben az önce ( başka bir kaç insan ismini de sayarak) onunla görüştüm. Çok güzel bir mekanda bayrağımızın altında oturmuş, oradaki insanlara sohbet ediyordu’’ deyince başında vefatını bekleyen bizler gözyaşlarına boğulmuştuk. Bu ne sevgi, bu ne bağlılık,bu ne sadakat, bu ne vefadır Allah’ım.!
Evet, Kifayet Hala bu konuşmadan sonra, oğlu gibi sevdiği Mustafa Hoca’nın ardından o da ötelere yürüdü. Çünkü onlar, iman ettiler, salih amel yaparak hep aksiyon içerisinde oldular. Ruhlarının ilhamlarını dünyaya boşaltmak, verecekleri şeyleri vermek, alacakları şeyleri de almak üzere gittiler. Gittikleri yerlerde ‘’VÜD’’ yani hüsnü kabul gördüler.
Selam olsun Kifayetlere, Mustafalara… Mekanınız cennet, komşunuz Efendimiz (sav) olsun.
*Yaşanmış bir hayat hikayesinden derlenmiştir.