Tabip Binbaşı Mehmet İsmail Bey
Gelibolu yarımadası, sadece insanların yaşadığı bir toprak parçası olmadığı gibi, sadece hava almak, efkâr dağıtmak, hatıra biriktirmek ve turistik gezilerin düzenleneceği bir mekân da olmamıştır. Bu yarımada; üzerinde yürüdüğümüz her toprak parçası; bizlere huzur ve kardeşlik içinde yaşayabileceğimiz bir ülke bırakma adına ölmeyi şeref sayan bir ecdâdın topraklaşan kemiklerinin hayat verdiği bir medresedir. Gelibolu yarımadası; dört asır İslam’ın bayraktarlığını yapan, gittikleri her yere ve her mekâna adâlet ve huzur getiren; gelecek nesle yeni bir Türk devleti hediye ederek sessiz sedâsız tarih sahnesinden çekilen yiğitlerin harman olduğu bir meydandır.
Sizi Davet Eden Birileri Var
Bugün herhangi bir sebeple Çanakkale’ye gelen ve Gelibolu yarımadasına ayak basan her insan şunu iyi bilmelidir ki, sizi buralara davet, çağıran eden birileri var. Onlar sizi çok seviyor o kadar ki, adeta Rablerine yalvararak sizleri görmek istediklerini iletiyorlar. Bu topraklarda yatan kınalı kuzular üzerinde yürüdüğünüz şu kara parçasına o kadar aşık olmuşlardır ki; ‘kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela’ diye resmedilen o günün süper güçleri bugün tekrar size karşı saldıra geçseler biz inanıyoruz ki onlar yine mezarlardan kıyam ederek bu ülkenin imdadına koşarlar.
Bundan dolayıdır ki, bu kara parçasının üzerinde ayak basarken burada yatanların bizi gördüğüne, konuştuklarımızı duyduğuna inanarak dolaşmanın ecdadımıza karşı sadakat ve vefamızın bir göstergesi olduğuna inanıyorum. Çünkü; ‘’ Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; onlar diridirler, ama siz farkında olamazsınız’’ (Bakara 154)
Evet, buraları ziyarete gelen herkes şehitlerimizin davetlisi olarak gelir, onların himayesinde bu topraklarda dolaşır ve onların hüzünlü bakışları arasında buralara veda ederler. Ayaklarımızın bastığı her taşın altında , her toprak parçasının altında binlerce kefensiz yatan dedelerimizin var olduğunu bilelim. Onlar sizden hiçbir şey beklemez, hiçbir şey istemez. Onlar sizin sadece vefalarına denk vefanıza taliptirler. Biz onları dünya kulağı ile işitemez, dünya gözüyle göremez; biz onları ancak sadakat ve vefa frekanslarımızla duyabilir, sevgileriyle cilalanmış gönül gözlerimizle görebiliriz. Bizler eğer bu topraklara ayak bastığımız andan itibaren bu duygu ve düşüncelerle dolaşmıyor isek, bizler o duyguları yitirirmiş ve o frekansları da kaybetmişiz demektir.
Tabip Binbaşı Bizi Çağırıyor
Gelibolu yarımadası özellikle Ağustos aylarında çok sıcak olmasına rağmen, âdeta meleklerin kanat çırpışlarının ortalığı serinlettiğini hissedersiniz. İşte bu kanatların serinlettiği o sıcak günlerden biriydi. Uzaklarda olmasına rağmen hâlâ bu serinliği duygu ve düşünce dünyasında hisseden bir Hak dostu, yüreği Gelibolu yarımadasına bağlı olan Salih Bey’i telefonla arayarak; ‘’Salih Bey, Dua Tepesi’nde yattığını, mezarının yağmalandığını ve adının da Tabip üsteğmen olduğunu söyleyen biri üç gecedir arka arkaya rüyalarıma giriyor’’ diyerek ondan yardım ister. Bu sözler karşısında şaşkına dönen Salih Bey ilk anda ne diyeceğini şaşırır ve kendine geldiğinde; ‘’Birkaç yerde namazgah adıyla bilinen bir yer var ama, Dua Tepesi diye bir yer bilmiyorum. Araştırıp size dönerim’’ der ve telefonu kapatır.
Dünyalık meşgaleler ve hayat şartları Salih Bey’e bu olayı bir ay kadar unutturur. Günlerden bir gün Gelibolu yarımadasında bulunan Alçıtepe köyüne bir arkadaşının sünnet düğününe davet edilir. Köy kahvehanesinde arkadaşlarıyla otururken yan masada birkaç kişinin şehitliklerden bahsettiğine kulak misafiri olur ve birden Dua Tepesi ve kendisini telefonla arayan şahış aklına gelir. Burayı bilse bilse bu köylüler bilir diyerek oturduğu yerden kalkarak onların masasına oturur ve; ‘’Siz buralarda Dua Tepesi adında bir yer biliyor musunuz?’’ diye sorar. İçlerinden yaşlıca olan Ahmet amca; ‘’Dua Tepesi diye bir yer bilmem ama, biraz ilerde bir namazgâh var. Orada gözlerden ırak bir mezar var. Mezar taşında da bir yılan resmi olduğunu biliyorum. Eskiler ona Tabip üsteğmenin mezarı derlerdi. Ormanın içinde bir tepede yatar. Orayı kimsecikler bilmez, kimseler de ziyarete gitmez. Unutulmuş bir mezar galiba’’ diye cevap verir.
Salih Bey âdeta şok olmuş, damarlarında akan kanı donmuştu. Kendine gelince oradakilere o telefon ve rüya meselesini anlatınca oradakilerde şaşırır. Köy imamı Hasan Bey, Ahmet Amca ve Salih Bey hiç vakit kaybetmeden hemen gece o vakti karanlıkta Dua Tepesi denilen yeri aramaya koyuldular. Gecenin karanlığı ve sık orman onların işini çok zorlaştırır. Saatlerce süren bu arama işi onların dizlerindeki dermanı tüketmiş, nefeslerini kesmeye yetmişti. Gece yarısı bu sık ormanın içinde bir köşede oturup, bugün bu kadar yeter diyerek aradığı şehitlerin ruhlarına Fatiha okuyarak oradan ayrılırlar.
Uyu Uyuyabilirsen
O gece Salih Bey’in gözüne uyku girmemişti. Sabahın ilk ışıklarıyla tekrar feribotla karşıya geçerek gece dolaştığı o yeri bir de gündüz gözüyle araştırmaya başlar. Fakat büyük ümitlerle geldiği bugün de yine eli boş olarak geriye döner. Bu aramalar birkaç gün bu şekilde devam etse de bir sonuç alamaz. Fakat Tabip Üsteğmenin çağırışları Salih Bey için bir emir ve aynı zamanda bir vefa borcu haline gelmişti.
Bir sabah meleklerin kanat çırpışlarının serinlettiği Gelibolu yarımadasına doğru yola çıkar Salih Bey. Biraz ileride yolun kenarında tarlasındaki mahsulü satmakla meşgul olan bir yaşlıyı fark eder ve hızlıca yanına gider. Ona; ‘’ Şu namazgah denilen yerde, mezar taşında yılan işareti olan bir mezarı biliyor musunuz’’ diye sorar. Yaşlı adam hiç düşünmeden;‘’ Evet biliyorum. Ama biz onu bir kız mezarı olarak biliriz. Zaten defineciler o mezarı kazıp mezardaki kemikleri de sağa sola savurarak mezarı tahrip etmişler. Yani diyeceğim o ki, orada mezar diye bir şey bırakmamışlar.’’ deyince, Salih Bey koca bir çığlık atarak; '' Bizi affet şehidim. Zamanında sana ulaşamadık'' diyerek gözyaşlarına hakim olamaz.
Lebbeyk! Tabip Binbaşım, Biz Geldik
Bu yaşlı adamı da yanına alarak hemen o tepeye doğru yola çıkarlar. Ana yoldan yaklaşık 300m içeride sık bir ormanlıktan ilerleyerek Tabip Binbaşı'nın mezarına varırlar. Gerçekten de ecdada yapılan saygısızlık dehşet verici boyutlardaydı. Mezar bir insan boyu kadar kazılmış, içerisindeki kemikler sağa-sola savrulmuştu. Salih Bey ne diyeceğini şaşırmışlık içinde; ‘’ Ey şehidim! Sen bize haber yolladın, biz de Lebbeyk Binbaşım diyerek sana geldik ama yetişemedik. Sen bu millet için canını verip bu toprakları servet olarak bizlere bırakırken, biz senin mezarında servet aramaya hevesine kapıldık. Yazıklar olsun bize, yazıklar olsun seni bu tepede yalnız ve kimsesiz bırakan bu millete’’ diyerek, gözyaşlarına boğulur. Evet, burası Dua Tepesi, mezar taşında yılan resmi olan; burada kimsesiz ve ziyaretsiz yatan Tabip Binbaşı Mehmet İsmail Bey’in mezarı idi.
Salih Bey, uçarak oradan ayrılır ve kendisine yakın gördüğü arkadaşlarına bu müjdeyi verir. Hiç vakit kaybetmeden onları da yanına alarak tekrar bu mezarın başına dönerler. Gördükleri manzara karşısında bu nasıl vefasızlık, bu nasıl hoyratlık, bu nasıl insanlık diyerek Tabip Binbaşının mezarını gözyaşlarıyla sularlar. Kısa bir zaman diliminde etrafa yayılmış kemikleri tek tek toplayıp Binbaşıyı adeta yeniden defnederek, kabrini düzeltirler.
Daha O Gece
Bu manzarayı yaşayanlar buruk bir şekilde Dua Tepesi’nden ayrılarak evlerine dönerler. Dönerler ama, Binbaşıyı o kimsesiz, ıssız tepede yalnız bırakmanın ve ona yapılan vefasızlığın ateşiyle yürekleri yanmaya devam eder. Daha o gece, frekanslarını şehitlerin ruh dünyasına ayarlayan ve mezarı düzeltmeye gelenlerden birinin rüyasına Tabip Binbaşı teşrif eder ve; ‘’ Size çok teşekkür ederiz!... Size çok dua ettik!.. Allah hepinizden razı olsun!... Ama burada biz beş arkadaşız, diğerleri de bunu istiyor’’ der. Bu rüyayı Salih Bey ve diğer arkadaşlarına anlatınca vefalı yoldaşlar hemen mezarın bulunduğu Dua Tepesi’ne koşarlar. Yaptıkları küçük bir araştırma neticesinde onların mezarlarını da ortaya çıkararak onları da kabir şekline getirmeyi başarırlar. Çünkü bunlar; Uhud'un aslanları, Bedir'in kahramanları ve Asım'ın neslidir ve bize emanettir.
O Sırlı Telefon Yine Çalar
Salih Bey yaptığı işten çok mutlu olmuş, Tabip Binbaşı Mehmet İsmail Bey’i de torunlarıyla buluşturmuş olur. Aradan uzun bir zaman geçmişti ki, günlerden bir gün tam da mezar başındayken yine telefonu çalar ve arayan yine o kişi idi. Mutlu haberi vermeden önce bu defa nereden aradığını ve kim olduğunu sorar. Adının Mümin olduğunu Adana’da genç neslin eğitimine kendini adayan ve Çanakkale aşığı bir eğitimci olduğunu öğrenir. Artık Mümin Bey’e de mutlu haberi verir ve onu da Adana’dan bir grup gençle beraber rüyalarına giren Tabip Binbaşı ile buluşturur.
Bu olaydan kim ne çıkarırsa çıkarsın, kim neye tevil ederse etsin fakat ortada olan bir gerçek vardır ki, kim ne ile dertleniyor ise, dünyası onunla süslenir ve o duyguyla güzelleşir. Biz bugün Çanakkale deyip, şehitler diyarı deyip, Gelibolu deyip hariçten gazel çalıyor, yaşananları bir hikaye, bir rüya ve bir masal gibi dinliyor isek; şehitler ne rüyalarımıza, ne dünyamıza, ne gönlümüze ne de duygularımıza teşrif etmeyecektir. Çünkü o kalpler kin ve nefretle; o gönüller başka sevgi ve metalarla; o dünyalar servet ve evlatlarla ve o rüyalar şehvet ve ihtilamlarla kirlenmiş demektir.
‘’Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.’’
Gelin hep beraber Tabip Binbaşı başta olmak üzere şehitlerimize bir fatiha okuyalım.