'' Yol Varsa Budur, Bilmiyorum Başka Çıkar Yol''
Bediüzzaman Said Nursi’ye, bunca iftira, bunca baskı, bunca sürgün, bunca çile ve ızdırap ile eğdiremeyenler, artık son çare olarak onu idamla yargılıyorlardı. Allah’tan başka hiç kimseden yardım istemeyen birisi olarak, mahküm sandalyesine oturtturulur. İdamla yargılandığı ve birkaç dakika sonra belki de idam fermanı verilecek bir insan mahkeme salonunda nasıl olabilir ki? Ama o, sanki kahvehanede oturmanın verdiği rahatlıkla sanık sandalyesinde bacak bacak üstüne atar, cübbesinin eteğinde 99’luk tesbihini ipe dizmeye başlar. Dizmeyi bitirip püskülünü taktıktan sonra, kendisini hayretle seyreden mahkeme heyetiyle alay edercesine; ‘Nasıl güzel olmuş mu Hakim Bey?’ diye sorar.
Üstad ve talebeleri, cumhuriyet döneminde akıl almaz zulümlere, iftira ve baskılara maruz bırakılır. Ömrünün yaklaşık 29 yılını sürgün ve hapishanelerde geçiren Bediüzzaman, binbir türlü kirli hesapların ve iftiraların hedefine oturtturulur. Basın, her gün hakkında akıl almaz yalan ve iftira haberlerle onu adeta linç etmeye çalışır. Çünkü, kula kul olma peşinde koşanlar, Rabb’in peşinden koşanları iftiralarla, yalan haberlerle, algı operasyonlarıyla sindireceklerini zannediyorlardı.
O gün Bediüzzaman ve talebelerine iftira atmak, aşağılamak, zulmetmek ve hayatlarını zehir etmek; kula kulluk yapmanın ve devlette makamları elde etmenin en önemli şartlarından birisiydi. Yaptığı pislikleri örtmek, yaşadığı kirli ilişkileri unutturarak münafıklığı bir meslek haline getirenler için Bediüzzaman, kendini kamufle etmenin en güzel kılıfı haline getirilmişti. Bu yolda ilerleyerek Bediüzzaman’a akıl almaz işkence yapan zalim bürokratlar, suç uyduran savcılar, haksız ceza veren hakimler işte hepsi bu kulvarda yarışıyordu.
Bediüzzaman ve talebelerine en büyük hakaret ve saygısızlığı yapan bürokratlardan birisi de, zamanın Ankara valisi Nevzat Tandoğan’dı. “Yirmi senede kaç vilâyetin zabıtaları kıyafetime ilişmedi. Yalnız, yirmi beş sene evvel Ankara Valisi Nevzat Bey, cebren kıyafetime ilişmek istedi; hem muvaffak olamadı, hem kendi kendini intihar etmekle tokadını yedi”. Bazı valiler, hükümet tarafından kendilerine verilen olağanüstü hal yetkisiyi suçsuz insanlara zulmederek kötüye kullanıyordu. Çünkü bunlar, ne kadar iftira atarlarsa, ne kadar işkence ve zulüm yaparlarsa hükümet tarafından o denli ödüllendiriliyor ve göze giriyorlardı.
İşte o günlerde olağanüstü hal deyip milletin canına okuyanlardan birisi de Ankara valisi Nevzat Tandoğan’dı. Kendince Bediüzzaman’ı korkutup diz çöktürerek kanunsuz uygulamalarına alet edecekti. Bundan dolayı Üstad’’ı makamına çağırıp, hem alay edip aşağılayacak hem de her türlü tehdit ve zorbalığa başvuracaktı. Devletin gücünü bir kılıç gibi kullanarak onu korkutmaya çalışsa da asla Bediüzzaman’ı korkutamayacak ve ona boyun eğdiremeyecekti. Son olarak ondan başındaki sarığını çıkartmasını ister. Bu tehdit ve zorbalıklara alışkın olan Bediüzzaman, asla sarığını çıkarmayacağını ifade ederek valiye döner ve başparmağıyla boğazına işaret ederek; ‘’Nevzat!, Nevzat! Bu sarık ancak bu başla çıkar’’ diyerek restini çeker.
‘’ Nevzat, Başından Bul ‘’
Deliye dönen vali, bu tehditlerle bir yere varamayacağını anlayınca, derhal askerlere emir vererek, onu trene kadar takip etmelerini emreder. Ve arkasından; ‘’Başından sarığını çıkarmadığı takdirde de onu vurun’’ emrini verir. Dünyalık bin türlü derdi olan elbetteki dünyalık hiçbir derdi olmayanları anlaması mümkün değildi. O günün valisi, olağanüstü hal diyerek, terör diyerek insanların olağan hayatlarını perişan eden bir maşadan ibaretti. İşin garip tarafı ise, Tandoğan'ın halka zulmetmeyi bir vatani bir görev olarak telakki etmesiydi.
Üstad, verilen bu kanunsuz emri duyunca, tam kapıdan çıkacağı bir sırada valiye dönerek mazlumca bir ifadeyle; ‘’ Nevzat, Nevzat! beni tehdit ederek, hakkın olmadan başımdaki sarığımı çıkartmaya çalıştın. Ben sana bu sarık bu başla çıkacağını da söyledim. Ama sen, askerlere beni vurmalarını emrettin Nevzat, Nevzat başından bul’’ diyerek, valinin makamını terk eder. Evet, küfür devam etse de, zülüm asla devam etmeyecek,“Zulüm nevinden ilişen mülhidler, bu dünyada tokatını yiyecekler ve kısmen yiyiyorlar’’ Bediüzzaman’ın bu bedduası üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki, Nevzat Tandoğan mazlumları tehdit ettiği silahını bu defa kendi başına dayayarak, makamında intihar eder.
Üstad ve talebelerine her fırsatta işkence yapmaktan çekinmeyen zalimler, bunu çekinmeden mahkeme salonlarında da yapıyorlardı. Buna rağmen, kuvveti elinde bulunduranlar, her fırsatta kendi çıkarları ve hatalarını zulümle, haksızlıkla, iftirayla örtmeye çalışıyorlardı. Bediüzzaman’a atılmayan iftira yapılmayan haksızlık, uygulanmayan işkence kalmamıştı. Camları kırık, eksi 20 derecelerdeki koğuşunda abdest alırken bile sular bıyıklarında buz kristalleri haline dönüşüyordu. Sarhoş insanlara para karşılığı: ‘’ Said Nursi bana bakkaldan içki ısmarlattı’’ diye yalan haberler yaptırılarak halkı iftiralarına alet etmeye çalışıyorlardı. O gün koğuşunda abdest alırken bıyıklarının buz tuttuğunu gören talebesi Zübeyir, Üstad'a sarılır ve hıçkırıklarını tutamaz. Onun bu hıçkırıklarına karşı; '' Korkma Zübeyir, beni öldüremeyecekler‘’ diyerek, onu teselli eder. Hakk davasına gönül veren yiğitler, yaşadıkları müddetçe ne mal ne mülk, ne makam ne mansıp; onlar sürekli, çile ve ızdırapla kemale ermenin hesabını yapmışlardır. Onlar, başımıza neden bunlar geldi, biz ne yapmıştık ki... gibi saatlerini boşa israf etmenin yerine, bu saatleri nasıl değerlendirebiliriz hesabını yapmışlardı. ‘’
''Allah'a güven, sa'ye sarıl, hikmete ram ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.''
''Allah'a güven, sa'ye sarıl, hikmete ram ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.''
Gariplere müjdeler olsun...