Rahmetin Kaynağı
Kainatın Efendisi (sav) şirk ve zulüm içinde kıvranan insanlığa bir müjdeci, bir kurtarıcı olarak gönderildi İnsanlık onun getirdiği ilahi emirlerle benliğinde bir temizlenme, bir arınma yaşadı. Kısa denebilecek 23 yıl gibi bir zaman diliminde gelenek ve göreneklerine deli gibi bağlı bu bedevi toplum, dünyanın gıpta edeceği bir İslam medeniyetini doğurdu. Bununla da islami ve insani maya ile mayalanan Mekke toplumu, bütün baskılara ve zulümlere rağmen yeni dinlerine sahip çıktılar. Çünkü O’na (cc) inanmak Peygamberine (sav) sahip çıkmak, onun getirdiği herşeye gönülden bağlanmayı gerektiriyordu.
Osmanlı Bir Avrupa Devletine Hamileydi
Câmiü’l-Ezher’in baş UlemalarındaN Şeyh Bahid Bediüzzaman said Nursi’ye; ‘’Osmanlı hükümetindeki bu hürriyet hareketlerine ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?” diye sorar. Bediüzzaman;‘’ Osmanlı hükümeti bir Avrupa devletine hamiledir; Avrupa gibi bir devleti doğuracak. Avrupa’da bir İslam devletine hamiledir; o da bir İslam devletini doğuracak’’ deyince Şeyh Bahid şaşırır ve; ‘’Ben de öyle düşünüyorum’’ der ve yanındaki Hocalara dönerek ; Ben bu adamla münazara edip galebe edemem’’ der.
Osmanlı devletinin bir Avrupa devleti doğurduğuna yıllardır biz de şahidiz. Son yıllarda hürriyet ve demokrası adına yapılan ıslahatlar, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi bizi de kendi benliğimizden kopararak, yabani bir gövdeye aşıladı. Zamanla büyüyen bu ağacın verdiği meyveler bizi sarhoş ederek, yolumuzdan saptırdı. Çünkü, günah kirleri bizi kokuştururken uygulanan yalnış tedavi usulleri de; “her bir günah içinde küfre giden bir yol” olduğu gerçeğini bu topluma unutturdu. Müslüman dünyası günah işledikçe mutlu, mutlu oldukça da günah işlemeye devam ederken; inandığı gibi değil de, yaşadığı gibi bir dini kucağında buldu. İşte bundan dolayıdır ki, Bediüzzaman ‘’ Birinci doğumu gözümüzle gördük. Yani Osmanlı devleti bir Avrupa devletini doğurdu. Avrupa devletinden de bir İslam devleti doğacak. Hem Doğu'da hem de Batı’da bunun çok emareleri görülmeye başladı’’ diyerek bu gerçeğe parmak basar.
Zaman İhtiyarladıkça…
Zaman ihtiyarladıkça, Kur’an’ın gençleştiğini anlayamayan bizler, hacısıyla, hocasıyla, siyasetiyle ve siyasetçisiyle Avrupalı bir güzele gönül verdik. Bu aşk bizi adeta Mecnun’a çevirirken;‘’Alınız ilmini garbın alınız sanatını, veriniz hem de mesainize son sür’atini’’ gerçeğini de hiç akıl edemedik. Evlerimiz, odalarımız, sokaklarımız tam bir avrupa teşhir salonuna döndü. Zaman ihtiyarlayıp Kur’an gençleşse de gönüllemiz kokmaya, duygularımız kokuşmaya başladı. Bugün sokaklarımız, evlerimiz, camilerimiz, okullarımız, üniversitelerimiz, ibadethanelerimiz, devlet sistemimiz, siyasilerimiz, cemaatlerimiz de bu kokuşmanın üfünetiyle sarhoş. Çünkü bizler Rabb’e inanmayı bir kandırma aracı, hocalığı bir kazanç kapısı, millete vekil olmayı bir sömürme aracı, devlete sahip çıkmayı da bir servet avcılığı olarak gördük. Siyaset ve siyasileri, partileri, cemaatleri, Şeyhleri bir kurtarıcı olarak görürken, onlara inanıp bel bağladığımız kadar, onlara güvendiğimiz kadar Allah’a güvenemedik ve onlardan korktuğumuz kadar da Allah’tan korkamadık.
Kargaya Dönen Bir Millet
Hikaye böyle ya, kargaya sormuşlar sesin neden bu kadar çirkin diye. O da, ben bülbülün sesine hayran kaldım. Acaba ben de onun gibi ötebilir miyim diye ona özenmeye başladım. Herşeyimi bu uğurda harcamama rağmen bir türlü onun gibi olamadım. Bu defa bari kendi sesime geri döneyim de kendim olayım dedim fakat, bu defa da kendi sesimden oldum. İşte bu heves sonunda kulakları tırmalayan bir sesle böyle ortada kalakaldım, demiş.
Evet, karga misalinde olduğu gibi yıllardır topyekün bir batılılaşma sevdası aldı başını gidiyor. Oturuşumuzla, kalkışımızla, yemek yeyişimizle, giyim kuşamımızla, ahlakımızla onlara benzeme adına bütün duygu ve düşüncelerimizi heba ettik. Evlerimiz, odalarımız, televizyonlarımız, dizilerimiz, sokaklarımız adeta Lut kavmi podyumlarına döndü. Bu görmemişlik ve şaşkınlıkla etrafa saldırıyor, çamur içinde altın zannedip üzerine uçuştuğumuz hiç bir değeri olmayan demir parçaları uğruna İslami takılarımızı paramparça ediyoruz. Bu manasız koşuşturma,bu doyumsuzluk, bu inat öylesine başımızı döndürdü ki, köprüden önce son çıkışı da kaçırmamıza sebep oldu. Keşke bütün bu gayret ve koşuşturmalar bir avrupalının yaşantısı,giyimi, kültürü, dini için değil de; iş ahlakı, dürüstlüğü, adaleti, siyasi ahlakı, ekonomisi, insan hakları için olsaydı.
Örnekleri Avrupa’dan Bir Millet
Asırlardır bizi ayakta tutan müthiş bir kültüre sahip olmamıza rağmen eskiye ait ne varsa hepsini yırtıp bir köşeye fırlattık. Devlet millet olarak başta Kur’an-i gerçekleri güncelleyerek kendimize ayrı bir yol, ayrı bir kazanç kapısı ve ayrı bir din yarattık. Bir batılılaşma uğruna namusumuzu, ahlakımızı, utanma duygumuzu ayaklar altına aldık. Adeta dizüstü önlerine çöküp, onlara yalvarmaya başladık. Buna rağmen hiç bir batılı bizi umursamıyor, kıskanmıyor, önlerine yatmamıza, ayaklarına kapanmamıza, kapılarını aşındırmamıza rağmen karga misali acınacak halimize gülüp geçiyorlar.
Bunu anlamak çok zor değil. Şöyle bir sokaklarımıza, televizyon dizilerimize ve bunlar karşısında devlet adamlarımızın, siyasilerimizin, diyanetimizin, imamlarımızın, cami cemaatimizin sessizliğine bakmamız yeterli olacaktır. Çünkü herkes bir şeylerin peşine takılmış gidiyor ve sorumlular da bunu ney gibi dinliyor. Bu ülkede din, diyanet kimsenin umrunda değil artık. Biz sokaklarımızda öpüşmeye, beden teşhir etmeye el ele tutaşmaya yabancı bir nesildik. Yatak kıyafetleriyle sokaklara dökülenleri, şortlarla arzı endam ederek kaba etlerini sergileyenleri, göbeğini teşhir salonlarına çevirenleri, burunlarına, dillerine halka takanları artık yardırgamıyoruz. Önceden otellere dahi evlilik cüzdanı olmadan kabul edilmeyen çiftler olarak bizler, gençlerimizin kızlı erkekli aynı evde kaldıklarını, aynı hamamı aynı odayı ve hatta aynı yatağı paylaştıklarını her halde bilmeyenimiz yoktur.
Madalyonun Bir Diğer yüzü
Gelinen şu noktada Risale-i Nur’da ‘’ İman ettiği halde İslâm esaslarını yaşamayan, bazı esaslara taraftar olmayan ve onları kabul etmeyene “Gayr-i müslim bir mü’min”; İnanmadığı, iman etmediği halde Müslüman gibi hareket eden, yaşayan, İslâmın esaslarına şiddetli tarafgirlik gösteren gayri müslimlere de “Dinsiz bir Müslüman” ifadesini kullanır. Merhum Nurettin Topçu’da şeklen Müslüman görünüp, amelde gayr-i müslim gibi yaşayanlara ‘’Allahsız Müslümanlar’’ sıfatını uygun görür. İşte biz bugün bir batılılaşma uğruna ‘’Allahsız Müslümanlar’’ gibi yaşayan bir toplum haline getirildik.
Son zamanlarda hepimiz bir ‘ Z Kuşağı’ aldatmacasına aldandık. Bu safsataya sığınarak sessiz kalmayı bütün suçu bu ‘Z’ye yükleyerek günah çıkarmayı bir marifet saydık. Bir taraftan medya ile, diğer taraftan da kir akan tv dizileriyle içimizi adeta şehvete boğdular. Böylelikle haftanın her günü ayrı bir dizi ile evlerimize akıtılan pornografik, erotik dizler elimizden aile ruhumuzu, ahlakımızı ve evlatlarımızı çaldı. Aileyi korumakla görevli, politikalar geliştirmekle yetkili kişiler de bu zehir saçan dizilere sessiz ve ilgisiz kalınca kültürümüzde müthiş bir değişim başladı. Bu değişim belki büyük bir kesimin istediği ve yaşadığı bir hayat tarzı olmasına rağmen, bu yıpranmadan en büyük zararı da muhafazakar kesim olarak bizler yaşıyoruz.
Bizim gençliğimizde Brezilya dizileri devlet kanalıyla evlerimize girmişti. İlk başımızı döndüren, batılılaşma adına ilk zehiri bünyemize şiringa eden bu diziler oldu. Onlar bize nikahsızlığı, ahlaksızlığı, Allahsızlığı, hırsızlığı, hayasızlığı ve zalimliği aşıladı.Bugün herkes covid aşısının ileriye dönük etkilerini konuşuyor olsa da, biz bugün toplum olarak bu dizilerin yan etkilerini yaşıyoruz. Çünkü covid sadece dünya hayatımızı elimizden alırken, diziler hem dünya ve hem de ahiret hayatımızı elimizden alıyor. Henüz Brezilya dizilerinin etkisi geçmemişti ki, sapı bizden olan baltalar ortaya çıkarak, dalımızı budağımızı kesmeye başladı. Bu dizileriden neyimiz eksik ki diyerek onlardan daha ahlaksız, daha hayasız, daha namussuz, daha sinsi ‘yerli ve milli’ dizilerle budanmaya başladık. İşin asıl acı tarafı ise, tam belimizi doğrultacağımız bir anda, bu dizilerin zehirli nefesi nefsimizi ve neslimizi esir aldı. Öyle ya, şimdilerde başka milletlerin ahlakını, kültürünü, aile hayatını zehirlemek için bu dizileri ihraç etmemiz devlet yetkileri tarafından bir gurur ifadesi olarak görülüyor. Yani bu zehir badem içerisinde dünyaya servis ediliyor. Hemde Müslüman olan bir ülke tarafından.
Bizi Bizden Çaldılar
Bu körü körüne batılılaşma dinimizi, dindarlığımızı, evlatlarımızı, utanma duygumuzu bizden çaldı. Artık namazlarımızı dizi veya maç arasındaki reklam kuşağına sıkıştırmayı, teravih namazlarından tanıdığımız ‘jet imamlar’ gibi hızlı hızlı kılarak diziye yetişmeyi bir ahlak haline getirdik. Artık namaz sonrası tesbihatlar adeta rafa kalktı ve seccadelerimiz bu uzun gecelerde göz yaşlarına hasret kaldı. Yıllardır suistimal edilen başörtüsü bir anda bütün alanlarda serbest bırakılınca, bu defa içi boşaltılan kafalar, belinden eteği çalınan ‘’ kapalı çıpklaklar’ peyda oldu. Zamanla muhafazakar eşlerimiz pardesü yerine dar bir pantolan ve kısa bir kapşon giymede bir beis görmediler. Başı kapalı kızlarımız da annelerinin bu başarısına boyalı dudakları, makyajlı ve uzun tırnaklarıyla karşılık verdi. Avrupa asfaltlarını bile ağlatacak bir hızla hareket eden bizler lüks eğlencelerde, barlarda, , süslenmede, soyunmada kendimizi ispat etmeye başladık. Artık hanımlarımız saçının bir telinin görünmemesine duyduğu hassasiyeti, yanında başı açık, dudakları boyalı, tırnakları ojeli, kot pantolonlu ve göbeği açık kızlarıyla arzı endam ediyor. Erkelerle dolu kahvehanelerin önünden geçmeye utanan bu kızlarımız çoktan bu hanelere girip erkeklerle aynı ortamda okey partileri düzenlemeyi başardı. Elhamdülillah! Aya bir sert iniş olmasa da, cehennem çukurlarına doğru çok sert inişlere başladık bile..
Öyleyse kendimize şöyle soralım. Evimizde buluğ çağına erdiği halde namaz kılmayan, Kur’an okuyamayan, gusül abdestini bilmeyen ve sokaklara özenen çocuklarımız bizi rahatsız ediyor mu? Çocuklarımızın flort etmesi, el el sarmaş dolaş sokaklarda dolaşması; duygusu duygumuza, ahlakı ahlakımıza, yaşantısı yaşantımıza hiç benzemeyen gelinlerimizin ve damatlarımızın olması bizi huzursuz ediyor mu? Bir diziyi ve ya bir maçı kaçırdığımızda duyduğumuz üzüntüyü, namazı kaçırdığımızda çocuklarımız namaza kalkmadığında duyabiliyor muyuz? Dünyalık bir meslek için evlatlarımızı özel okullar ve dersaneler arası at gibi yarıştırdığımız ve onlara güzel bir gelecek hazırlamak için emek sarfettimiz kadar, Allah’ın azabından kurtarmak için çalışıyor muyuz? Dünyanın dört bir tarafında haksızlık gören, zulüm gören, öldürülen insanlık için bir damla göz yaşı dökebiliyor muyuz? Eskiyen mobilyalarımızı, elbiselerimizi, evimizi, arabamızı yenileme hırsımız kadar, bu gidişatı durdurmak ve ailemize sahip çıkmak için çaba sarfedebiliyor muyuz? Magazin dergilerini, gazetelerini, güzellik ve makyaj sitelerini okuduğumuz kadar, kitap okuyor muyuz, Kur’an okuyor muyuz? Bir oy vermeyi, kendi zihniyetimizden bir partinin, bir Şeyhin, bir cemaatin peşinden gitmeyi dini bir vecibe saydığımız kadar; yatak sahneleriyle, erotik giyimlerle, zina serüvenleriyle hanelerimizi meyhaneye çeviren dizileri, televizyon kanallarını protesto edebiliyor muyuz? Edebiliyor isek hala içimizde bir iman kırıntısı kalmış demektir. İçimizden sadece buğz etmekle kendimizi aldatıyor isek, kalbimizdeki iman ateşinin sönmek üzere olduğunu da bilelim.
Bence…
Bugün dini ve milli dediğimiz Türkiye bir Avrupa devletini çoktan doğurdu. Sokaklarımızda gördüğümüz manzara artık emeklemeyi bitirip, milli ve manevi duygulardan mahrum ‘Z’ gibi yamuklaşan bir neslin resmidir. Artık bundan sonra atılacak hiç bir adım milli ve dini olmayacak ve Müslüman dünyası Avrupa’nın bir İslam devletini doğurmasını bekleyecektir. Hiç kimse öyle pembe hayaller peşinden koşmasın. Partisiyle, politikacısıyle sahte mücahitlik lafazanlığı yapmasın. Bu ülke adeta bir Mekke devrini yaşıyor. İslamiyet Mekke’de gelmesine rağmen, Mekkeliler ona gereği gibi sahip çıkmadığı için Allah (cc)’da bu dini birbirine düşman, gayrı Müslim olan Medineli Evs ve Hazreç kabilerinin omuzlarına yükledi. Ve böylelikle müşrik Medinelilerden bir İslam devleti doğdu. Ve yıllar sonra Mekke, Medine’den yeniden feth edildi.
Acizane benim beklentim de bu yöndedir. Bu toplum nasıl Avrupa’dan gelen herşeyi sorgusuz ve sualsız, pazarında gördüğü her demiri burnuna, kulağına, diline ve dudağına takma alışkanlığı edindiyse, İslamiyeti de tekrar bu pazardan alarak boynuna takacak ve gerçek manada bir bahara uyanacaktır. Çünkü adaleti, hukuku, evrensel insan haklarını ve dini değerleri önemsemeyen bir topluma ne siyasetin, ne siyasetçinin, ne müftünün, ne imamın ne mektebin ve ne de üniversitelerin verebileceği hiç bir şey kalmamıştır.
Beni mazur görün. Sokaklarında milli manevi değerleri bir kaldırım taşı gibi döşeyip, üzerinde şarhoşça dans eden bir gençlikten; kendinden olmayanı düşman ilan edip, sırp partisi, cemaati, görüşü uğruna ötekileştiren siyasetçiden; millet seçtiği halde milletine tepeden bakan millet vekilinden; halka hizmet etmek için yola çıkıp, halkı sömüren devletlülerden hiç bir şey beklemiyorum. Çünkü biz, haksızlık karşısında susmuş, adaleti kendimiz için kullanmış, mazlumu ağlatmış, kalpleri yaralamış, halkın yoğurduna haksız yere parmak banmış ve kendi menfaatimiz için milli ve dini değerlerini satmış bir toplum haline gelmişiz.
‘’ Ormandaki ağaçlar şekva ederek derler ki, nedir çektiğimiz bu baltanın elinden . Lakin kimi kime şikayet edeyim ki, baltanın sapı bizden’’ Vesselam