'' ARTIK ÖLEBİLİRİM EŞREFİ''
Reklam
Kenan Güzel

Kenan Güzel

Bestemiz HUKUK , Şarkımız ADALETTİR

'' ARTIK ÖLEBİLİRİM EŞREFİ''

15 Aralık 2024 - 08:54

‘’Çanakkale Şehitlerine’’ Şiiri Nerede  ve Nasıl Yazıldı

Çanakkale zaferi Akif’in içinde geleceğe ait bir ümid bestesinin yeşermedir. O safahat’ında Asım’ın nesli diye hitap ettiği ve adına şiirler yazdığı bu neslin Çanakkale’deki başarısını adeta gökler ötesine taşır. Gelibolu yarımadasında bir ideal uğruna savaşıp canlarını feda edenleri öyle göklere çıkarır ki, bulutların üzerinde onlara muhteşem bir anıt türbeler hazırlar ve bunu; ‘’…Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan..’’ mısralarıyla dile getirir.  Mehmet Akif Ersoy’a sadece bir şair, bir edebiyatçı gözüyle bakanlar, onu asla anlayamazlar. O, görünen bedeniyle bu kutsal topraklarda hak ve adalet mücadelesi verirken; duygu ve düşünceleriyle fizikötesi alemlerde, bulutların ötesinde dolaşan bir imana sahipti. Bundan dolayıdır ki, o şiirlerini asla bir masa başına oturup, ben şiir yazacağım edasıyla yazmamıştır. Bu duygu ve düşünceyi Azerbaycan’ın meşhur şaiiri Bahtiyar Vahpazade ;‘’ Bu şiiri Akif düşünerek yazmadı. Bu şiir onun kulağına fısıldandı’’ sözüyle dile getirmişti.

O Hep Milleti İçin Yaşadı
‘’ Birinci cihan harbini gören çocukta olsa ihtiyardır’’ demişti, Bediüzzaman Said Nursi. Evet, Akif çile ve ızıdrabın her çeşitini yaşamış, genç yaşında adeta bir ihtiyara dönmüştü. Çanakkale savaşının başladığı yıllardı. Duyduğu tüm acı haberlere rağmen Çanakkale’de bir hilal uğruna dövüşen mehmetçiğe şiirleriyle moral; çalışmalarıyla da umut olmaya aralıksız devam ediyordu.

O yıllarda Genel Kurmay Başkanı  olan Enver Paşa, Akif’ın duygu ve düşüncelerine gönülden inanan ve ona güveni sonsuz olan bir komutandı. Bundan dolayıdır ki bu zor günlerde Akif’in gönül bağına, diline ve yüreğindeki vatan aşkına çok ihtiyacı vardı. Onu ‘Teşkilatı Mahsusa’’ yani bugünün (MİT) görevlisi olarak Berlin’e gönderir. İngilizlerin kandırarak Çanakkale’ye getirdiği ve Almanlar tarafından esir alınarak Berlin’e götürülen Afrikalı Müslümanlarla görüşerek, onlara gerçekleri anlatmak için görevlendirilir.

Yani İngilizlerin onlara; ‘’ Almanlar Osmanlı Halifeliğini istila etmiş, biz onlara yardıma gidiyoruz’’ diyerek kandırıp Çanakkale’ye getirdiği Müslüman Afrikalılara bunun böyle olmadığını anlatmak için görevlendirilmişti. Çünkü onun işi sadece masa başına oturup, şiirler, methiyeler yazmak değildi. O, yumuşak döşeklerde başını yastığa koyup horul horul uyuyan, günde önüne üç öğün sofralar inip kalkan ve sonra da mitinglerde, konfernas salonlarında, cami avlularında vatan-millet lafazanlığı yapanlara hiç benzemiyor, sahte mücahitlik yapmıyordu.

Ben Burada Yatamam
Almanlar Berlin seferinde Akif’e saygı ve sevgide kusur etmez ve ona rahat edebileceği bir mekan hazırlarlar. Görevi sırasında burada kalacak, misafirlerini de burada kabul edecekti. Fakat, bu misafirperverlik karşısında onlara teşekkür edeceğini düşündükleri Akif’in tutumu Almanları şaşkına çevirir.  Onun için çekilen zahmeti gören Akif; ‘’ Ben bu yatakta yatamam. Benim askerim günde sadece bir defa üzüm hoşafi içerken; buz gibi siperlerde uykuya ve rahat bir döşeğe hasret kalmışken, ben bu rahat döşekte uyuyamam ve bu sofralara orurup yemek yiyemem’’ der.
 
Akif bir taraftan ülkesi adına esirleri ikna etmekle uğraşırken, diğer taraftan da mesai saati gibi her gün Türkiye Elçiliğine giderek Çanakkale hakkında bilgi almayı da ihmal etmiyordu. Yani bedeni Berlin’de de olsa, gönlü hep Çanakkale siperlerinde savaşan Mehmetçiklerle beraberdi. Çünkü o Asım’ın nesli olarak gördüğü kınalı kuzularla aynı duygu ve düşüncede olmanın yanında; onların yediğini yiyor, onlar kadar uyuyor ve onlar için gözyaşı döküyordu. Akif kendisine verilen görevi çok kısa bir zaman diliminde yerine getirerek, Afrika kökenli Müslümanlara bu gerçeği kabul ettirir ve onları ikna ederek yurda döner. Döner ama o bir an olsun yerinde duramaz ve Lawrencelerle mücade etmek, Müslüman Arapları uyandırmak için Necid’e doğru yollara düşer.

Akif NECİD Çöllerinde 
Mehmet Akif,  Kuşçubaşı Eşref Bey ile beraber Thomas Edward Lawrencelerin cirit attığı ve Arapları Osmanlıya karşı kışkırttığı Necid bölgesine giderler. Karargâhlarını Ürdün ile Şam arasında  yerleşen Hicaz demir yolunun son istasyonu olan El Muazzama’ da kurarlar. Buradaki asil görevleri her taraftan kuşatılan Osmanlı devletine karşı ayaklanmaları önlemek ve bölge halkına gerçekleri anlatıp, onların Osmanlı halifesine biat etmelerini sağlamaktı.
 
Akif, bir taraftan verilen görevi yerine getirirken, diğer taraftan da Çanakkale’den gelecek müjdeli bir habere odaklanır. Aslında bu görev Kuşçubaşı Eşref Bey’indir. Mors tekniğiyle harekete geçen telgraf onların da kalp atışlarını hızlandırır, gelecek müjdeli bir haber için onları heyecanlandırırdı. Her gün Çanakkale’den  bir haber gelse de bugüne kadar o telgraf makinesinden bekledikleri müjdeli haberi alamazlar. Her kötü haberden sonra Akif, büyük bir hüzünle çadırdan dışarı çıkar, ay ışığında çölde deli tavuk gibi dolaşır, sonra da gözleri kan çanağına dönmüş bir şekilde çadıra dönerdi.

Beklenen O Haber
Bugün o mors teknolojisi beklenen haberi şifrelerle ulaştırmıştı Necid çöllerindeki mahzun gönüllere.  Enver Paşa  9 Ocak 1916 günü tescil edilen  Çanakkale zaferinin bütün dünyaya duyurulması emreder. Kuşçubaşı Eşref o gün yine her gün olduğu gibi telgrafın başında ümitsizce beklemektedir. Dalgın dalgın ufuklara baktığı bir anda birden telgraf makinesinin canlandığını görürü. Bir yandan da inşallah bu defa mutlu bir haber gelir diye de içinden geçirmeye başlar. Mors tekniğini yazıya döken Kuşçubaşı Eşref Bey, gördüklerine inanmaz.  Telgrafta Genel Kurmay başkanı Enver Paşa'nın ; ‘’Rabbbime hamt olsun ki bugün Çanakkale’de bu millete bir zafer daha ihsan etti. Düşman Çanakkale’de denize gömüldü’’  notu yazıyordu.
 
Çadırın içerisinde sevinç çığlıkları atan Eşref Bey; '' Akif Bey müjde müjde'' diye haykırır. Ama o anda Akif  çatırda yoktur. Her nasılsa sanki melekler haber vermişçesine dışardan jet hızıyla koşan bir adamın ayak sesleri duyulur. Öyle bir koşuştu ki bu, heyecandan tam çadırın kapısında ayağı cübbesine takılarak tepetaklak çadırın içerisine yüzü koyu serilir. Mübarek yüzü ve sakalı kumlar içinde yerden doğrularak; ‘’Çanakkale’den mi haber var Eşrefi'' diye sorar.  Eşref Bey de gözyaşları içinde; ‘’Evet Akif'im evet. Allah Çanakkale’de bu millete büyük bir zafer ihsan etti ‘’ der. Zaten bu müjdeli haberi beklemekten kalbi; koşuşturmaktan da ayakları yorulan koca şair dizlerinin bağı çözülür ve gözyaşları içinde Necid kumlarının üzerine yığılır.

Bu Nasıl Bir Yürektir Allah’ım.
Bu nasıl bir yürektir Allah’ım. Bu nasıl bir imandır Allah’ım. Bu nasıl bir sevgidir Allah’ım. Akif’in ağlamaları çadırı velveleye vermiş, adeta gözyaşları Nil’e nazire edercesine çağlamıştı. Bu öyle bir ağlamaydı ki, ona ağlama denmez ona böğürme denirdi. Akif o anda kendinde değildi. Gözü ne Eşref Bey’i, ne çadırı ne de Necid çöllerini görmüyordu. O bedeni olarak Çanakkale şehitlerine layık gördüğü bulutların ötesinde inşa ettiği anıt türbenin önündeydi sanki. Vüdudu titriyor, ne söylediği anlaşılmıyordu. Biraz sonra dizlerinin üzerine doğrularak bu defa gözlerini tavana dikti, sağa baktı sola baktı ve bir kenarda bulanan ibriği gözüne kestirdi. Bir ok gibi yerinden fırlayıp su dolu ibriği eline alır almaz tek kelime bile konuşmadan çadırdan uçup gitti.
 
Bu olay karşısında şaşkına dönen Eşref Bey, onun bu durumuna bir anlam veremiyor, başına bir şey gelmesinden korkuyordu. O da Akif’in arkasından onu takip etmeye başlar. Biraz ileride onun ibrikle abdest aldığını  ve ardından namaza durduğunu görünce, sessizce uzaktan onu seyretmeye başlar. Akif’in namazda öyle bir kıyamı, öyle bir duruşu vardı ki, bu duruş onun Allah ile irtibatının, imanının ve takvasının büyüklüğünü ortaya koyuyordu. Kumlar üzerinde iki rekat namaz kılan Akif, son secdeye gitmişti ki, aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen başını hâlâ secdeden kaldırmamıştı. Başına bir şey gelmesinden endişe eden arkadaşı yanına kadar sokulur ve ne olup bittiğini anlamaya çalışır.
 
Eşref Bey, hafifçe ona dokunmak ister ama sanki yerin altında kaynayan volkanların çıkardığı sesler gibi içinden kaynama seslerinin geldiğine şahit olur. Akif, belli bir süreden sonra hıçkırıklarını içine gömünce, içten içe adeta volkanlar gibi kaynamağa başlar. Daha da yaklaşan arkadaşı secde ettiği kumların gözyaşlarıyla ıslandığını görünce ona müdahale etme zorunda olduğunu hisseder ve onu elinden tutup ayağa kaldırır. Akif’in gözleri adeta bir yanardağ konisi gibi kızıla boyanmış, sıcacık gözyaşları yanaklarında izler bırakmıştı.
 
İşte Bahtiyar Vahapzade'nin Dediği O An
Arkadaşı tam neler olduğunu soracağı bir anda Akif tek bir kelime etmeden hızlı bir şekilde karargâha koşar. Masanın üzerinden kağıt kalemi kaptığı gibi tekrar dışarı çıkar. Eşref Bey de uzaktan uzağa onu takip etmeye devam eder. Akif, istasyonun arkasındaki hurma bahçesinin kuydu bir köşesine geçerek gecenin aydınlığında Çanakkale'deki kınalı kuzular adına Necid çöllerinde kulağına fısıldanan;

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesis orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeten yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.’’mısralarıyla başlayan o müthiş şiirini gözyaşları içinde burada yazmaya başlar. Bu olayı bir de yakın arkadaşı Kuşçubaşı Eşref Bey’den dinleyelim:
 
‘’Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevî ışıkları altında, Mehmet Akif bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklar duyuyordum. İçli, derin hıçkırıklar... (...)' Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasip olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: Artık ölebilirim Eşrefi dedi. Bundan sonra gözlerim açık gitmez." dedi.
 
Lütfen, bu yazının sonunda Akif’in ‘’Çanakkale Şehitlerine’’ şiirini bir kez daha okuyun. İnanıyorum ki, onun duygularını, imanını, kalbinin ilhamlarını bir kez daha duyacak ruhuna bir fatiha okuyacaksınız.
 
‘’Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
"O benim sun'-i bedî'im, onu çiğnetme" dedi.
Âsım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek’’
......
 
 

Bu yazı 162 defa okunmuştur .