Anneciğimin vefatı ve yokluğunun acısıyla bir hafta evden dışarı çıkamadım, içime dürüldüm. Bu arada, ölüme sebebiyet vermekten kısa bir savcılık soruşturması geçirdim, dava açılmadı. Sekizinci gün işe, gazeteme gittim. Kaldığım yerden devam ettim hayata, çalışmalarıma. Başka gazetede çalışan arkadaşların da yardımıyla işler aksamamıştı.
Müstear ismimle (Hüseyin Mücavir Osmanoğlu adıyla) Kasım ayında yazdığım bir başyazı avukat birinin hoşuna gitmemiş, beni şikayet etmişti. Şikayetin arkasındaki güçlü olunca olay aleyhime gelişmiş ve gözaltı kararı çıkmıştı.
Emniyet müdürü iktidardaki Adalet Partisi’ne yakın biri, beni de seviyor, haber yolladı:
“Şikayetçi güçlü bir CHP’li, şimdilik idare ediyorum, gazetede ismin görünmesin, ortalıkta da dolaşma. Gelecek polislere Hüseyin Gökçe gazeteden ayrıldı, dersiniz. Merak etme polisler tembihli” dedi. Biraz rahatladım. İki ay geçti.
Polislere, “Hüseyin bey annesinin vefatından sonra çalışmak istemedi, ayrıldı. Yerini bilmiyorum” diyordum. Uyduruk isimle tutanağı imzalayıp yolluyordum gelenleri. Sessizce çıkıp gidiyorlardı. Yalanımdan utanıyordum tabii.
KADİR MISIROĞLU, ERGUN GÖZE, SEFA MÜRSEL…
Bu arada hapishane yolu görününce İstanbul’a gittim. Önce Kadir Mısıroğlu’nun kapısını çaldım... Fikirlerinden dolayı sık sık hapse girip çıkıyordu, üstelik avukattı. Yazım yüzünden başımın belada olduğunu anlattım. “Madem katlanamayacaksın, niye efeleniyorsun” dedi. Henüz 22 yaşında olduğumu, tecrübesizliğimi söyleyince “Git başımdan” dedi ve beni odasında bırakıp çıktı. Dayak yemekten beter oldum.
Ergun Göze’ye gittim o da ünlü bir yazar ve avukattı. İyi karşıladı. “Hemşehrindir. Üstelik benden daha çok yardımcı olur” dediği Av. Mustafa Tuncel’e yönlendirdi. Sefa Mürsel adıyla köşe yazıları yazıyordu.
Şikayetçi avukat bir gün yolda gördü beni… Meğer olayı takip ediyormuş. Hemen savcıya gitmiş. Savcı da, emniyet müdürünü aramış. Aralık ayının son günleri. Üç gün sonra yılbaşı, 1977’ye gireceğiz. Emniyet müdürü haber yolladı: “Okuyan iki çocuğum var, bu kışta tayinle uğraşamam, iki ay idare ettim daha fazla edemem, yarın gazeteye gelecek polislere teslim ol. Polisler sivil, etrafa rezil olmayacaksın. Hapishane müdürü Cabbar Bey arkadaşım, orada rahat ettiririm seni. Zaten birkaç güne çıkarsın” dedi. Buna hazırlanmıştım, tamam dedim. Rahatladım.
HAPİSHANE GÜNLERİM
Ertesi günü gıyabi tutuklama kararım vicahiye çevrildi, hapishaneye girdim. Emniyet Müdürü hapishane müdürüyle gerçekten görüşmüş. “İstersen benim odada kalabilirsin ama pazar günleri burası kilitli oluyor, tek başına canın sıkılır, seni iyi bir koğuşa almak daha münasip. Rahat ettiririz” diye rahatlatıcı şeyler söyledi. Hemen koğuş ağasını ve başgardiyanı çağırttı, “Hüseyin bey birkaç gün ağır misafirimiz. Onu size emanet ediyorum, iyi bakın, saçını filan kesmeyin” diye tembihledi. İkisi de tamam müdürüm dediler, bana da saygıyla geçmiş olsun dileklerinde bulundular. Meydan Gazetesi, Adalet Partisi’ni tutuyor diye müdür çekiniyordu benden.
“İş ocakları” denen atölyeler vardı; terzihane, mobilyacı gibi. Mal üretirlerdi. Oranın puantörü yaptılar beni. Günlük yapılan işleri puanlıyorum sözüm ona.
Müdürün adamı diye saygı görürdüm tüm ustalardan. Her gün pantolonum ütülenirdi terzihanede. “Daha çok hapishane müdürüne çalışıyor buralar” derlerdi kulağıma. Aile bireylerine elbiseler, mobilyalar filan... Hapishane girişinde satış mağazası da vardı, üretilen bazı mallar satılırdı.
Yağmur yağarken bile müdürün otomobili yıkanırdı. Bol bol maç yapardık mahkumlarla. Daha çok da penaltı atışları. Zaten sahamız küçüktü.
Kaderimin cilvesi, mahkeme ve hapishaneyle çok erken yaşlarda tanışmıştım. Hapis yatan komşumuza oğluyla her gün yemek taşıdığımızda yedi, İmam Hatip Okuluna kurban derisi topladı diye hâkim karşısına çıktığımda 13 yaşındaydım.
Koğuş ağası gerçekten sahip çıktı bana. Koğuş ağası deyip geçmeyin, akşam beşten sonra sayım yapılıp kapılar kapanınca koğuşun her şeyi oydu. Tavaslı Gani Efe idi adı.
Tüm koğuş korkardı ondan. Denilenlere bakılırsa 11 kişi öldürmüş. Bunun çoğu hapishane isyanları sırasında olmuş. Dışarıda haraca bağladığı kişiler vardı, onlardan para gelirdi. O paralarla hükmünü sürdürürdü hapishanede. Kendine sıkı bağlı beş-altı adamı vardı. Her gün özel yemekler pişirtir, sofralar kurdururdu. Bana karşı sevgisi gelişince ahbap olduk. Başından geçenleri anlattı, yatmadığı hapishane kalmamış.
Anlattıklarından çıkardığım şu:
Gani Efe aslında korkak biri, korktuğu için öldürmüş adamları. Kısa boylu tıknaz. O zamanlar 45 yaşlarındaydı. Dışarıda bir metresi vardı, her hafta gelirdi.
Çok yakınlığını gördüm Gani Efe’nin. 60 kişilik koğuşta tek tuvalet, tek lavabo olduğundan abdest almam sıkıntılıydı başlarda. Devamlı on kişilik kuyruk… Gani Efe bunun için bir adamını görevlendirdi, varıp sırasının başına buyur ederdi beni. “Yapmayın, ayıp oluyor” desem de hem o görevli hem sıradakiler “Buyurun müdürüm, biz bekleriz” derlerdi. Gazetenin genel yayın müdürü olduğumu duyduklarından mı hapishane müdüründen torpilli olmamdan mı bilemiyorum “Müdür bey” derlerdi bana.
Efe’nin adamı ben abdest alana kadar oradan ayrılmaz abdest alınca havlu tutardı. Bir tuhaf hissederdim kendimi ama o şartlarda iyi geldiğini de itiraf etmeliyim.
Gani Efe’nin bana sağladığı konfor bununla sınırlı değildi. Çalar saat yasak olduğu için sabah namazına uyandırma işini de üstlenmişlerdi.
Efenin hiç uyumayan nöbetçileri vardı geceleri. Onlar uyandırırlardı beni. Sabah namazı vaktini iyi bilmedikleri, ezanı da takip edemedikleri için bazen çok erken uyandırdıkları olurdu.
Bir gün, benim gibi hapis yatan Çal İlçesi Mal Müdürü ile sağ-sol konusunda biraz tartıştık. Gece yarısı ne zaman uyansam birinin beni gözetlediğini fark ettim, huzursuz oldum haliyle. Sabahleyin konuyu Efe’ye açtığımda:
“Başına adam diktim. Gündüz komünist mal müdürüyle atışınca gece sana kötülük yapmasından çekindim, korumaya aldım” dedi.
Ne dersin, adamın hayatı böyle korkularla geçmiş, o yüzden adamları şişleyip öldürmüş. Aslında mal müdürü beyefendi biriydi.
Bazı öğle saatlerine yakın bir adamını yollardı bana, “Efemin selamı var, öğle yemeğinde ne hazırlayalım diye size sormamı istedi” derdi. Hapishanedeki konfora bakar mısınız! Adamın gerçekten mutfağında her şey vardı.
Haraca bağladığı bazı insanlardan gelen paralarla alınırdı bunlar. Her gün karavanasında mercimek, makarna, nohuttan başka bir şey pişmeyen bir yerde biz neler yerdik. İçime sinmese de Efe’ye hayır diyemezdim.
Efe bir gün, “Bu genç yaşta aksatmadan namaz kılman hoşuma gidiyor; bana öğret, ben de namaz kılacağım” dedi. Bir şeyler öğrendi ama bir türlü namaza başlayamadı.
“Olmuyor, elim gitmiyor, hiç alışmamışım. Bir de yaşlandı, ölümden korktu namaza başladı dedirtmem” diye savunurdu kendini.
Tavas cezaevine almışlardı, tahliye olunca ziyaretine gittim. Sevindi. İyice yaşlanınca hapisten çıkmış. Belediyede iş vermişler ama rahat durmamış, atmışlar. Sonra da yapayalnız ölmüş diye duydum. Allah günahlarını affetsin.
Hapishanede unutamadığım bir adam da “Çivrilli Başkan” idi. Bir ara Belediye başkanlığı yaptığından başkan deniyordu. Eroin kaçakçılığından yatıyordu.
Oğlu şimdilerde çok ünlü bir ressam olan bir senatör onun adına kuryelik yaptığı iddiasıyla Avrupa’da yakalanmıştı. Öylesine güçlüydü ki, TBMM çatısı altındaki parlamenteri kurye olarak kullanıyordu. Denizli’deki ilk iş makineleri parkı da onunmuş. “Şu kadar kepçem, şu kadar buldozerim var” derdi. “Çıkınca işin başına geç, dürüst adamsın” demişti bana. Kabul etmedim.
İçerde unutamadığım bir başka hükümlü de “Çallı amca” dediğimiz biriydi. 1944 yılında Said Nursî ile burada yatmış. O zamanlar çok gençmiş. 70 yaşına yakın tekrar girmiş hapishaneye. Nursî’yi anlatırken şöyle derdi:
“Kor ateşi gibi gözleri, kalem gibi parmakları vardı, bembeyaz. Sanki hiç uyumaz, sabahlara kadar namaz kılar, dua ederdi. Hep sesini, iniltilerini duyardık.”
Çok ziyaretçim geldi eksik olmasınlar. Dört kişi özellikle hep aklımda: Antalyalı avukat Gültekin Sarıgül, Salih Zeki Peker, Akif Cumalı ve amcaoğlu Veli Gökçe.
Gürbüz Azak beyin yazdığı mektup ise unutulur gibi değildi: “Kendini hür zannedip yeryüzü hapishanesine sıkışmışları hatırlamalı. Kendisinden kurtulamayanları hatırlamalı... Kendi kendisinin gardiyanı olan çakıltaşı tavırlı insanları iyi bilirsin… Hisseden ve fark eden, gören ve bilenler için ufuklar ve ışıklar daima vardır.”
İki-üç günde çıkar denilen yerden bir türlü çıkamıyordum. Boşuna dememişler, “Hapishane girerken han kapısı, çıkarken iğne deliğidir.”
Adnan Menderes’in sağ kolu, eski savcı ve hâkim, Denizli Milletvekili, Tahkikat Komisyonu Başkanı Ahmet Hamdi Sancar avukatımdı. 1.85 boyunda heybetli biriydi, idamla yargılanmış, beş yıl yattıktan sonra çıkmıştı. Ziyaretime geldiğinde şöyle seslenmişti koğuşun orta yerinde: “Burası Bediüzzaman’ın Medrese-i Yusufiye dediği yerdir. Kötü yer değildir, okul gibidir. Kendinize kahretmeyin. Burada vaktinizi iyi değerlendirin, boşa harcamayın.”
Aslen Gemlikli ama ömrü Denizli’de geçen Av. Ahmet Hamdi bey, mahkemede iyi bir savunma yaparak suç unsuru sayılan yazımın bilirkişiye inceletilmesini sağladı. Bilirkişi Prof. Dr. Faruk Erem’in raporu lehime geldi, beraat ettim. İki ay hapiste yattım ama iyi bir hayat tecrübesi oldu.
Ne kadar yattın diyenlere, gıcıklığımdan “1976 ve 77’de” derdim, iki yıl yattığımı düşünürlerdi. Yalan da değildi aslında; içeriye 1976 yılı 29 Aralıkta girmiş 1977’nin Şubat sonunda çıkmıştım.
Duruşmalarda bazı dost veya meraklı mahkemeyi ve beni izlemeye geldi. İzleyenlerden birini ömrüm boyunca hatırlayacağım. Bana kin ve nefretle bakıyordu. 23 yaşında, çocukluktan yeni kurtulmuş, hayat tecrübesi kıt, normal olarak kanı deli akan bir hemşehrisine yani… Adı, Adnan Keskin’di. Avukattı. CHP Genel Başkan Yardımcısı oldu.
Hapishaneden hastaneye aldırttı beni İsmail Aydın. Başımda 24 saat jandarma. Kim kimi bekliyor belli değil! Acır, nöbete gelen jandarmaları odamda uyuturdum bazen. Emir erim gibiydiler, dışarıdan istediklerimi taşırlardı.
HAPİSHANEDEN SONRA…
Hapishaneye girdiğimde Denizli Eğitim Enstitüsü’ne yeni başlamıştım. Bırakmak zorunda kaldım. Annemi kaybedeli iki ay olmuş, hayatım kaymıştı. Her dakika annemi özlüyordum… Her baktığım yer annemdi; evde, sokakta…
Gazetem Meydan’la da bağlarım zayıflamış, ortaklarıma kırılmıştım. Hapishaneye girene kadar, eksik olmasınlar her şeyimle ilgilenmişlerdi ama sonra yok saydılar beni.
Bu arada güzel bir şey oldu, iktidardaki Adalet Partisi İl Başkanlığı benim yönetimimde günlük gazete çıkarmaya karar verdi. Meydan’dan memnun değillerdi. M. Kemal Aykurt, bir mektupla beni yetkili kurullara yolladı, para da buldu ama anlaşamadılar.
Bu olmayınca İstanbul’a Gürbüz Azak’a mektup yazdım, “Beni İstanbul’a al, boğuluyorum…” Büyük adam, ustam, dağım gel deyince İstanbul hesapları yapmaya başladım. Yeni bir dünya açılıyordu önümde. Ve yeni bir hayat…
Babam, ailemizdeki dağılmayı ve boşluğu doldurmak için evlendirmeye çalışıyordu beni. Erkendi benim için. Yeniden evlenmeyi teklif ediyordum babama ben de, her Cuma. Oysa acısının derin ve taze olduğunu biliyordum.
Ne var ki, ölenle ölmeye izin vermiyordu hayatın katı gerçekleri. İçine kapanmak ister gibiydi babam. Çeyrek asır hep eşinin eliyle çamaşırını değiştirmiş adam, çamaşırını değiştirmekte bile sıkıntı yaşıyordu.
İnsan kaç yaşında olursa olsun, isterse sekseninde; küçük bir çocuğun anne-babasından beklediği ilgiyi bekliyor genelde. En çok da yetişkin oğlundan, kızından…
İLK GAZETECİLİK YILLARINDA TANIDIKLARIM
Sadece hapishane yok tabii ilk gazetecilik yıllarımda. Henüz çocukken İsmet İnönü’yü, Necip Fazıl’ı tanıdım Denizli’de. Gazeteci olunca da devrin en önemli siyasi liderlerinden Turhan Feyzioğlu’nu, Alparslan Türkeş’i, Necmettin Erbakan’ı, Adnan Menderes’in yakınlarından milletvekili Ahmet Hamdi Sancar’ı, Baha Akşit’i ki, Atatürk’ün Denizli Lisesi binasında derse girdiği sınıfın öğrencisi olduğunu anlatırdı… Cem Karaca’yı, birçok milletvekili ve ünlü ismi tanımış oldum ayrıca. Güzel başlangıçtı benim için. (29.12.2020) >H. GÖKÇE
YORUMLAR