1955, Denizli… Tek başına genç bir kadın. Daha doğrusu küçük bebeği ile tek başına... Kalabalık hastane bahçesinde tedirgin, ürkek gözlerle süzüyordu önünden telaşla gelip geçenleri. Mavi ile yeşil karışımı gözleri var. Beyaz yüzünde güzel, iri gözler. Başını örmüştü, öyle sıkı sıkıya değil… Ortadan daha uzundu boyu.
Otomatiğe bağlanmış gibi iki dakikada bir bebeğini sallıyordu sağa sola. İnlemekle ağlamak arası sesler çıkıyordu çocuktan.
Sıcaktı. Bunaltıcı bir sıcak… Tek bulut bile görünmüyordu gökyüzünde.
Çoğunluğu beton ve taş döşeli hastane bahçesinde ne ağacı olduğunu kestiremediği iki ağacın gölgesinden başka serinlik yoktu. Sıcaktı duvarların önü. Taştı duvarlar. Kalın ve insana merhametsiz bakıyor gibiydi.
Yeniden ağlamaya başladı çocuk. Her saniye arttı ağlamasının şiddeti.
Yalnız kadın, dikkatle baktı yavrusuna. Eliyle yüzünü yokladı. “Ateşi yok, şükür” dedi. Tam o sırada çocuğun minik dudakları kıpırdadı, küçücük dilini oynattı.
Yalanmaya başladı. Kadın, yavrusunu emzirmeyi düşündü bir ama hastanenin bahçesinde olduğunu hatırlayınca vazgeçti. Biraz da utandı.
Ağlaması geçmiyordu minik bebeğin. Bir yaşında filan görünüyordu. Tekrar yalanmaya başladı. “Yavrum su istiyor” dedi genç kadın kendi kendine. Yanından geçen kendinden daha yaşlı bir kadın duydu bunu, döndü baktı, sonra yürüdü.
“Bizimki de hiç gelmez ki hastaneye” dedi sıkıntıyla ve deminkinden daha kısık bir sesle. Çok sonraları ‘Kâğıt kesiği gibi’ denecek cinsten ince ama keskin, derinde bir sızı duydu içinde. “Bizimki gelmez ki…” Bizimki dediği eşiydi. Bir anda yanında olmasını çok istedi eşinin. Acısının mı çaresizliğinin mi bir ucundan tutsaydı gelip… Ama hiç hastaneye gelmezdi o. Başka yakını da gelmezdi. Bir kere gelip Memleket Hastanesini göstermişlerdi o kadar. Ondan sonra, hep tek başına getirmişti minicik erkek bebeğini. Belki onuncu gelişiydi hastaneye.
“Yavrum yanıyor” dedi bir kere daha. “Su vermek lâzım.” Etrafına bakındı, az ileride çeşmeyi gördü. Hemen oraya hızlandı. Şakır şakır bir su akıyordu taş çeşmenin yalağına. Elini suyun altına koydu, avucunda biriktirdiği suyu yavrusuna getirdi ama içiremedi. Eli büyük, bebeğin ağzı minicikti. İki kere daha denedi yine olmadı. Bardak gibi bir şey olmalıydı ama yoktu.
Üç ailenin bir arada yaşadığı evde bile iki-üç su bardağı vardı, burada nasıl olsun. “Yavrumun içi kavruldu” dedi bir kere daha… Bardak arandı yeniden. Bulamadı tabii. Kimse onun tarafına bakmıyordu bile. Çaresizce gözlerini gezdirdi bahçede. Ağaca baktı, göğe baktı, sonra yere… Bir gazoz kapağı gördü yerde. Minik metal parçası cankurtaran gibi geldi. Yerden aldı onu, içindeki mantarı tırnağıyla söktü çıkardı, bir güzel sildi eliyle…
Eğildi çeşmeye ve gazoz kapağını suyla doldurdu. Suların çoğu taştı ama küçük oğlunun içindeki yangını söndürecek kadar su kaldı yine de kenarları dantel gibi gazoz kapağında.
Gazoz kapağını minicik pembe dudaklara yaklaştırdı. Vakumlar gibi suyu içine çekti çocuk. Aynı hareketi üç kere tekrarladı genç anne. Gözlerine ışık geldi çocuğun, annesinin yüzüne tatlı bir mutluluk rengi… İkisi de rahattı şimdi… Elindeki gazoz kapağına baktı genç kadın, taze anne. İşini görmüştü. Minnet duygusuna benzer bir hisle bir daha baktı yuvarlak, hafif teneke parçasına. Yanına almalıydı onu.
Bir ara nereye koyacağına karar veremedi. Sonra elbisesine sürterek kuruttu ve sırtında taşıdığı el boyaması renklerle bezeli küçük heybesinin içine bıraktı. O sırada bir grup kuş aniden havalandı gökyüzüne. Küçük bir patırtı koptu başının üstünde. Bir kuş tüyü minik bir bedenden koparak yere doğru inmeye başladı süzüle süzüle…
Bebeğini biraz daha göğsüne bastırdı genç anne. Minik bir öpücük kondurdu yumuşacık, küçücük yanağına. Onca sıkıntısı kuşlar gibi uçup gitmişti tertemiz gökyüzüne…
Anladınız belki; o kadın annem, bebek de bendim.
Okuması yazması yoktu annemin ama terazileri tastamam ve sağlamdı.
YORUMLAR