Evimize en yakın ilkokul Gazi Mustafa Kemal İlk Mektebi'ydi. 1932’de Atatürk sağken yapılmış güzel bir okuldu. Kartpostalıydı Denizli'nin.
Kayıt zamanı gelmiş geçiyor, okula yazdırmaya götürecek zamanı bir türlü bulamıyordu babam. Sonunda babamın kankası, ailemizin en yakını Kazım amca üstlendi bu işi. Birlikte okula gittik. Ancak sorun büyüktü: Kekemeydim, rahat konuşamıyor, takılıp kalınca da çok geriliyor, yüzüm kızarıyordu. Kayıt yapan öğretmen hemen anlamıştı sorunu ve kestirip attı: “Bu durumda çocuğa okula kaydedemeyiz, dersleri takip edemez.” Hiç duygusallaşmadan, üzülmeden, sorumsuz, kupkuru ifade etmişti bunu. Karşısındaki çocuğun neler hissedeceğini düşünmeden.
Kazım abi fazla savunamadı beni, ne desindi?
Tıpış tıpış geri dönerken içimde adını bilemediğim fırtınalar kopuyordu. Öğretmen dahil, babam dahil hiç kimse nedir bu kekemeliğin çaresi diye kafa yormadı, konuşmadı. Sorun tamamen bende kaldı. Okulun kapısı bana kapanmıştı. İlk günler bunun ne anlama geldiğini ben de anlamamıştım ama ilerleyen zamanda içimi ezmeye başladı.
Bu konuda hiçbir girişimde bulunmadan bir yıl daha geçti. Sanki sorun otomatik olarak ortadan kalkmışcasına kayıt için yine tuttuk okulun yolunu ve yine Kazım amcayla. Tabii bir yıl önceki tepkiyle karşılaştık. “Kayıt edemeyiz” diyordu öğretmen ısrarla. Geçen seneki öğretmen değildi ama tepki aynıydı.
Elimde olmadan ağlamaya başladım. Artık hiç okullu olamayacağımı düşünüyordum. Sümerbank iplik fabrikasında işçi olan Kazım amca da çaresiz bakınıyordu etrafa. Ne diyebilirdi ki!
Ağlamaya başladım, hem de içli içli.
Tam o sırada uzun boylu, sarışın bir bayan geldi. Görevli öğretmene ne oluyor gibilerden bir işaret yaptı. Öğretmen durumu anlattı iki cümleyle. “Tamam, sorumluluk bende, benim sınıfa kaydedin” dedi. Görevli itiraz edecek oldu, sarışın bayan kararlı biçimde, “Merak etmeyin, şimdi müdür beye durumu izah edeceğim, siz kaydı tamamlayın” diyerek uzaklaştı.
Kayıt tamamdı. Sanki okula o anda kaydolmamış, okulu bitirmiş diploma almaya gelmiş gibi sevinçliydim. O kadar yani.
Kazım abi hemen sordu soruşturdu, Muazzez Akıner diye bir öğretmendi sarışın bayan. Kocası Denizli’de Alay Komutanı olduğu için okulda ayrı bir etkisi vardı. Okula askeri jiple gelirdi bazen. Askerlerin yaptığı 1960 ihtilalinin üzerinden henüz bir yıl bile geçmediği düşünülürse durum daha iyi anlaşılacaktır.
Zamanı geldiğinde herkes gibi ben de okula başladım. Çok mutluydum. Dezenfekte etmek ve sağlamlaştırmak için sınıfın ahşap döşemesine sürdükleri mazotun ağır kokusunu bile öyle sevdim ki…
Okumayı kısa sürede söktüm. İlk üç ayda yani. Çünkü babamın kahvesinde müşterilerin gazetelerini merak eder bazı kelimelerin yazılışını kafama yazardım. Çok faydasını gördüm bunun. Ama gelin görün ki benim ezeli derdim yakamı bırakmıyordu bir türlü. Kekeliyordum konuşurken. Her zaman olmuyordu kuşkusuz ama oldu mu da fena ter basıyordu beni. Kızarıp bozarıyordum. Hele sınıfın çocukları kıkırdamaya başlayınca ağlayayım mı kaçıp gideyim mi bilemiyordum.
Babamı okula çağırdı Muazzez öğretmen. Bir şeyler konuştular. Babam gidince beni bir kenara çekti. “Üzülme, sana yardım edeceğim” diye başladı söze: “Şimdi seninle bir yere gideceğiz. Çantanı al gel.”
Okuldan çıktık, taş döşeli caddede yan yana yürüyoruz. Belli belirsiz bir gurur var bende. Okulun en tanınan ve en güzel öğretmenlerinden biriyle yan yana yürümek az şey değildi benim için.
Nereye gittiğimizi merak ediyor ama soramıyordum. Tek katlı her yanı kitap dolu ahşap bir yere geldik. Masalarda kitap okuyanlar vardı. Solda tek bir masada bir bey oturuyordu.
Yavaş yavaş anlıyorum, burası Denizli Halk Kütüphanesi, tek başına masada oturan bey de buranın müdürü. Kitap raflarının yanındaki boş masalardan birine oturttular beni. Muazzez öğretmenle kütüphane müdürü konuşmaya başladı. Az sonra beni de yanlarına çağırdılar. Biraz tedirginlik, biraz merak içindeyim.
“Hüseyin” diye bana döndü öğretmenim, tane tane anlattı: “Sen her gün ikinci dersten sonra okuldan çıkıp bu kütüphaneye geleceksin. Müdür beyin vereceği kitapları okuyacaksın. Her gün tam üç saat kitap okuyacaksın. Okuduğun kitapların adını buradaki kocaman deftere yazacaksın. (O sırada, müdür kocaman defteri eline alıp bana gösterdi.) Defterine de benim için yazacaksın kitapların isimlerini, her gün kontrol edeceğim. Tamam mı?”
Hem başımı sallayarak hem dilimle tamam dedim. Aslında tam anlayamamıştım her şeyi. Niye bu kadar çok kitap okuyacaktım? Diğer öğrencilerden farklı olmak hoşuma gitmişti yine de.
Kitap okumak da güzeldi gerçekten, yaşıtlarımın bilmediği çok şeyi öğreniyordum. Ayrıca okumam da çok ilerledi. Su gibi derler ya öyle okuyordum.
Altı gün boyunca (O yıllarda Cumartesi öğleye kadar resmi mesai vardı) her gün üç saat kitap okumak, haftada 18 saat düzen ve disiplin içinde kitapla haşir neşir olmak…
Öğretmenimin buradaki niyetini iki ay sonra anladım. Bir gün karşısına aldı beni yine, “Aferin Hüseyin” diyerek girdi konuya, “Okumaların iyi gidiyor. Kütüphane müdürü de memnun senden. Bugünden sonra üç saat yerine bir saat kitap okuyacaksın. Bir saat sonra kütüphane müdürünün vereceği iki kitabı alarak eve gidecek ve o iki kitabı bağıra bağıra okuyacaksın. Cumartesi-Pazar dahil. Haydi göreyim seni.”
Öğretmenimin dediğini aynen uyguladım, yedi gün iki-üç bazen beş saat kitap okudum bağıra bağıra. İki ayın sonunda kekemeliğim büyük ölçüde azalmıştı. Başta ben bütün aile, yakın komşular, sınıf arkadaşlarım biraz şaşkın ama mutluyduk. Kimse benden böyle bir sonuç beklemiyordu. Muazzez Akıner hocaydı bu başarının mimarı, tek başına oydu. Maalesef, ne ben ne ailem dolu dolu teşekkür edemedik bu mükemmel hoca hanıma. Sanki sıradan bir iş gibi unutuldu gitti.
Ortaokula başladığım yıllarda öğretmenime yapamadığım teşekkürün farkına vardım iyice ama artık Denizli’de öyle bir öğretmen yoktu. Albay kocasının tayini ya da emekliliğiyle Denizli’den uçup gitmişlerdi. Kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Askeriyenin içine girip ciddi arasak izini bulurduk ama öyle bir imkanımız yoktu o yıllarda.
Her geçen yıl Muazzez öğretmenin kıymetini biraz daha iyi anladım, onu biraz daha sevdim. Muhteşem bir öğretmenlik, eğitimcilik ve insana değer verme başarısıdır bu. Her türlü eğitim-öğretim platformlarında gururla anlatılacak bir meslek aşkı örneği… O gün bugün araştırıyorum bu başarının kahramanını ama izine rastlamadım. Mustafa diye bir oğlu vardı, onu hatırlıyorum. Benden beş yaş kadar büyüktü.
Muazzez Akıner hocam, ödeyemeyeceğim kadar minnet borcum var size. İyi ki karşıma çıktınız, iyi ki vardınız! Tüm öğretmenler sizinle gurur duyuyor.
> HÜSEYİN GÖKÇE
YORUMLAR