İLGİNÇ EĞİTİM HAYATIM VE KISA DÖNEM ASKERLİK…
Reklam
Hüseyin Gökçe

Hüseyin Gökçe

SIRASI GELDİKÇE

İLGİNÇ EĞİTİM HAYATIM VE KISA DÖNEM ASKERLİK…

08 Ocak 2021 - 01:23

 
Eğitim hayatım kimselere benzemez. Kekeme diye ilkokula geç başladım. Hayalimde hep Denizli Lisesi orta kısmı varken istemeye istemeye İmam-Hatip’e gittim, okuldan atıldım. İ.H’in lise kısmını bırakıp gazetede işe girdim, sonra dışarıdan bitirdim. Ertesi yıl fark derslerini verip Denizli Lisesinden de diploma alarak iki yılda iki diploma sahibi oldum, 1976’da.
İ.H. gibi meslek lisesini hem klasik liseyi bir yıl arayla dışarıdan bitiren Türkiye’de birkaç kişiden biriyim. Kolay değildir çünkü… İmam Hatip’in ders sayısı fazla ve ağırdır. Üç yabancı dil okutuluyordu meselâ. İngilizce, Arapça, Farsça mecburdu. 
 
Ünlü Prof. Mustafa Cevat Akşit’ten Arapça, Kur’an dersleri aldım. Gazeteci olarak tanınmanın yararını gördüm. Denizli Lisesi Müdürü Özcan Kocabaş da yazılarımı okuyormuş, beni görünce şaşırdı. Öğretmen sanıyormuş beni.
 
O yılın ders kitaplarını ve iyi tutulmuş defterleri toplamak, yıl içinde sınavlarda çıkan soruları öğrenmek dışarıdan okul bitirmenin anahtarıdır. Sıkı çalışmak da!
 
Temel olmadığından, kursa gidemediğimden üniversite giriş sınavlarında başarı sağlayamadım.
      
Denizli Eğitim Enstitüsü seçmelerine başvurdum ve kazandım ama devam edemedim. Gazetedeki yazım yüzünden hapishaneye düştüm çünkü. 
 
Dört yıl sonra Denizli Eğitim’e yeniden baş vurdum. Daha sonraları Eğitim Fakültesi’ne dönüşen bu okuldan bu defa ve çok hızlı şekilde, bir ayda mezun oldum, 1980’de. Bu mezuniyet de normal değil. Mecbur anlatacağım:
 
O zamanlar Eğitim Enstitüleri Ülkücü arkadaşların kontrolündeydi. Okullarda istedikleri gibi at koştururlardı. İstedikleri mezun olur, istemedikleri pılısını pırtısını toplayıp okulu terk ederdi. 
 
İstanbul’da Atatürk Eğitim Enstitüsü’ne başladım. Tanınmış tarihçi, lise tarih kitaplarının yazarı, milliyetçi görüşleriyle ünlü Prof. İbrahim Kafesoğlu’nun oğlu Celal arkadaşımdı. Tercüman’da yanımda çalışıyordu. Aynı zamanda Eğitim Enstitüsünde okul arkadaşıydık.  
Bir gün okuldan çıkmış caddeye yürüyorduk. Kot pantolon giyerdi Celal. O yıllarda genelde solcular tercih ederdi. Bizim Ülkücü arkadaşlar Celal’in giyiminden solcu olduğuna karar verip bize saldırdılar, dövüyorlar. On kişi varlar, acımasızca vuruyorlar. Gözlüğüm kırıldı, kaşım açıldı, Celal’in de başından kan akıyordu. 
 
O sırada bahçe işi yapan biri bizi gördü, acıdı. Elinde kürek Ülkücülerin üzerine yürüdü, “on kişi, iki kişiyi dövmeye utanmıyor musunuz!” diye. Bu kadar dayağı yeterli bulmuş olmalılar ki Ülkücüler uzaklaştı. Biz de en yakın eczanenin yolunu tuttuk. O zamanlar eczaneler iğne yapar, yaralanmalara müdahale ederdi.
 
Ertesi gün gazetede olay oldu yediğimiz dayak. Sağcı bir gazetede az çok tanınmış biri olmam yanında Prof. Kafesoğlu, Alparslan Türkeş’in akıl hocalarındandı. Orada hocalık yapan Ahmet Kabaklı konuyu MHP yönetimine taşıdı, kendileri de MHP’li okul idarecileri özür diledi, bir daha olmayacağı sözünü verdiler ama benim gözüm korkmuştu bir kere. Naklimi Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne aldırdım. Baktım orası da aynı. 
                                      
Kendi şehrime gideyim diye Denizli Eğitim Enstitüsü’ne başvurdum. Oranın ilk öğrencilerindendim. Beni iyi tanıyan etkili Ülkücüler vardı, İstanbul’da başıma gelenleri duymuşlar, üzülmüşlerdi. “İyi ki yuvana döndün” dediler, “Seni buradan bir ayda mezun ederiz!” 
Yok artık!
 
Başta inanamadım ama sözünü tuttular ve gerçekten bir ayda diploma aldım.
 
Daha sonra staja çağırdılar. O da bir günde tamamlandı. Yıldırım hızıyla öğretmen! 
 
Hak etmediğimi düşünerek hiç öğretmenlik yapmadım.
 
“Soru çalma olayları”nın yanında bunu nereye koyacağız, varın siz düşünün.
 
Ve eğitimde mutlu son: İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maden Fakültesi’nde sekiz sene Mühendislik Etiği Dersleri okuttum, 2010-2018 yıllarında.
 
KIRKAĞAÇ İNSANLARI…
Jandarma-Komando Alayında denetleme yılı olduğundan 3,5 ay çok sıkı kısa dönem askerlik yaptığım Kırkağaç’lılarla çok iyi kaynaştım, onlardan unutamadığım yakınlıklar gördüm. Her hafta ziyareti eksik etmediler. (Ragıpcığım, seni unutamam… Bir grup var ki, iki kere geldiler, hayatımın en güzel günlerini yaşattılar.) Hiçbir asker tezkereden sonra bir dakika bile duramazken 24 saat kaldım oralarda.
 
Haziran’dan itibaren satılan Kırkağaç kavunlarının sadece adı öyleymiş. Kırkağaç kavunu Ağustos’tan önce yenir hale gelmezmiş. Oysa ilk vardığımız Mart ayından itibaren kavun sayıkladık, yaza girip yemeyi beklerken öğrendik gerçeği. Askerlik, Temmuz’da bitiyordu. Ağustos’a çok vardı. Kırkağaçlı dostlar, “Nasipse yersiniz” dediler.
 
Kırkağaç çarşısında sıkça nefis höşmerim ve ballı yoğurt yerdik. İkisini de aynı kişi yapardı. Bahaddin Abi… “Hayır ağacı” gibiydi. Höşmerimlerin, üzerine bal konulmuş yoğurtların parasını askerlerden almazdı çoğu defa. Yüzlerce asker yer içerdi. Harçlığı gelmeyen asker duydu mu para da koyardı cebine.
 
Askerden döneli beş ay olmuştu... İstanbul’da kapıda Kırkağaç’ın eşrafından Kayapalı ailesinden Ahmet Bey ve iki kişi… Acayip sevindim. Yanlarında en kocamanından altı Kırkağaç kavunu…
 
“Vaktinde yediremedik, şimdi getirdik” dediler. Vefa!
 
30 yıl sonra, 2013 yazında “Haydi” dedim eşime, Kırkağaç’a gidiyoruz. Yol boyu kabaran heyecanım oraya varınca fırtına yemiş buğday tarlasına döndü. Mandıracı abimiz vefat etmişti. Dev yoğurt kazanının çarkları arasında sıkışarak. Bir yıl sonra aynı kazanda oğlu da aynı âkibete uğramıştı. Çoktan kilit vurulmuştu binlerce askerin değişmez ziyaretgâhı olan dükkâna. Bereket, yanı başındaki tarihi Çarşı Camii bütün cana yakınlığıyla yerli yerindeydi.
 
Arçelik gibi bayilikleri bulunan Kayapalı ailesi İzmir’e taşınmış, ilçe küçülmüş, çarşı tenhalığa bürünmüştü. Birliğe eskisi kadar asker gelmiyormuş artık. Üzüldüm…
 
Nizamiye kapısına da yaklaştırmadılar bizi. Emir öyleymiş. 30 yıl önce burada askerdik, dedim dinlemediler. 
 
VAPURDA GÖZÜMÜN ÖNÜNDE İNTİHAR! 1984… İSTANBUL
Askerden döndüğün yılın kışıydı. İngilizce kursundan geç vakit çıkmış, Davut arkadaşla Üsküdar vapurunun son seferine yetişmiştik kılpayı. 23.00 gibi… Vapur tenha. Önümüzde bir delikanlı oturuyor, 25 yaşlarında. Onun arkasında üç bayan. Deniz tarafındayız. Vapur demir aldı.
 
Bir ara delikanlıyla göz göze geldik, boş gözlerle baktı bana. Sonra vapurun dışına çıktı. Eskiler bilir, eskiden vapurun yanlarında oturulacak bir sıra yer vardı; oraya oturdu. Hava soğuk olduğu için boştu. Bir dakika sonra ayağa kalktı, vapurun gövdesine tutunarak korkuluk demirlerinin üstüne çıktı, dimdik. Aşağıdan yukarıya doğru ona baktım, bir kere daha göz göze geldik. İçerdeki üç kıza hava atacak aklınca, diye düşünürken o korkulukların üzerinde yaylanmaya başladı. Ve, birden denize atladı, foş diye karanlık sulara gömüldü. 
 
Baktım, kimsede hareket yok! Olayı benden başka kimse görmemişti. Kaptana haber vermek için kalktım, başım belaya girerse diye bir an endişelendim ama söyledim. Hemen demir attı vapur. Sahil Koruma ve polis geldi. 
 
Bende küçük bir şok. Zihnim anlamsız, derin bir karanlık içinde, sorular… Düne kadar her şeye sahip olmak isteyen genç bir insan nasıl olur da bu kadar bıkar hayattan veya insanlardan! Önce hayattan mı insanlardan mı bıkar? (05.01.2021) H. GÖKÇE

Bu yazı 2533 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum

Son Yazılar