Babamdan dört yaş büyük rahmetli amcamın babamla ve benimle bir anısıdır bu. Miras ve başka çıkarlar uğruna kardeşlerin, evlatların birbirini boğazladığı günümüzde gerçekten örnek bir ilişki.
Yıl, 1965… On yaşlarındayım. Babamın işlettiği lüks kahvehaneye gelip gidiyor, yardım ediyorum.
O dönemde amcam, biriyle ortak kamyonculuk yapıyor. Denizli’den topladığı yaş sebze meyveyi başka şehirlere götürüp toptan satardı. Bir Kütahya’da bir Elazığ’da… Şoför değil ama devamlı kamyonda. Hem patron hem kamyon muavini.
Üst üste trafik kazalarına karışıyor, yaralanıyor. Kamyon büyük arızalar çıkarıyor, işleri bozuluyor, veresiye topladığı mallar kamyonda çürüyor, çöpe gidiyor. Borçlarını ödeyemeyince büyük sıkıntıya düşüyor. Uzun yıllar köy muhtarlığı yapmış, onuruna düşkün, Yörük adamı, geldiği durumdan çok rahatsız. Sıkılıyor, el içine çıkmaya korkuyor. Alacakları tehdide varan zorlamalar yapıyor, tatava ediyordu. Aslında herkes haklı…
Ortada kötü niyet yok, büyük talihsizlikler var. Borcu borçla kapatmaya çalışıyor, daha da sıkıntıya saplanıyor.
O günlerde sık sık babama geliyor, borç istiyor.
Babamın da durumu o kadar iyi değil. Ortağı var, borçlanarak ortak olmuş kahvehaneye. Yine de yardımcı olmaya çalışıyor ama yetmiyor. Amcam şehirden çok uzaklarda iken babam, köyde yaşayan yengesine, yeğenlerine erzak taşırdı. Hiç unutmam, bir keresinde köye giden minibüsü kaçırmış gidememişti, aldıklarını eve getirince hepimiz şaşakaldık. Çünkü bizim için o zamana kadar böyle bir alışveriş yapmamıştı babam.
Bir şey istemeye yüzü kalmamıştı amcamın ama gideceği başka yeri de yoktu artık… Her gün gelir kahvenin en dibinde bir yere oturur öylece beklerdi. Hiçbir şey demeden, yemeden içmeden, hep masaya bakarak… Babam arada çay bırakır onu içerdi sadece. Bir gün böyle, üç gün böyle, bir hafta böyle… Onurlu adam, kendinden küçük kardeşinden bir şey istemek ağır geliyordu. Sonradan öğreniyorum ki, bu gelişlerinin asıl sebebi dedemden kalma tarlaları babamın rızasını alarak satmak içinmiş. Epeyce tarla var ama hepsi susuz tepebaşlarında, fazla bir değeri yok. (Bugünkü Organize Sanayi Bölgesi’ne yakın yerler. Sonradan oraları çok değerlendi ama bizden çıkmıştı. Kısmet değilmiş.)
Tarlalar hisseli tapu. Babam istemeden satılamıyor. Satılsın istemiyor babam da. Ama nereye kadar!
Abisi her gün karşısında eriyor, üzüntüden çatlayacak neredeyse… Haftalar süren bu acıklı duruma daha fazla dayanamadı babam, tarlaların satılmasına razı oldu. Tamamını kapatmaya yetmese de amcam epeyce rahatladı tarlalardan gelen parayla.
Bunlar olurken dikkatimi çeken en önemlisi olay şuydu, bunu şimdi daha iyi anlıyor ve çok takdir ediyorum:
Ne amcam babama sitemli, kahırlı, incitici bir şey söylüyor ne de babam abime büyük destek çıktım, diye havalara giriyor...
Aynı saygı, aynı ilgi devam ediyor… Sesini yükseltme, kavga gürültü asla! İlkokulu bile okuyamamış, askerde okuma yazma öğrenmiş iki kardeşin olgunluğuna, saygısına bakar mısınız! Bir keresinde anneciğim tarla konusunu açacak gibi oldu, babam öyle bir tepki verdi ki bir daha hiç konuşulmadı.
YİĞİTLİK SIRASI AMCAMDA
Yıllar geçiyor, amcamım işleri yavaş yavaş düzeliyor. Bu arada hemen belirtmeliyim, amcamla birbirimizi çok severdik. Hatta o yıllarda amcamı babamdan daha çok sevdiğimi düşünürdüm. O da bana düşkündü. Şehirden köye gittiğimde bırakmak istemezi beni.
Bir defasında, Almanya-İngiltere arasındaki bilmem hangi kupanın final maçı için erken şehre dönmek isteyince kalayım diye neler yapmamıştı… Çok sevdiğim mısır kebabı, ateşte üterek hazırladığı sapanlar…
1970’de İzmir’de iki aylığına bir kampa katılmıştım.
Amcam, Almanya’da idi. İzne geldiğinde ta Denizli’den beni görmeye gelişini unutamam.
1972’de İstanbul’a beni ilk getiren de amcamdır. İşin ilginç yanı babam da amcamın çocuklarını, özellikle de büyük oğlu Veli abiyi çok severdi.
13-14 yaşlarında top oynarken ayağı kırıldığında, karlı bir kış günü başka vasıta bulunmadığı için jip kiralayarak Denizli’den Eğirdir Kemik Hastanesine babam götürmüştü. Yıllar sonra iş hayatında da ortak oldular.
1970’li yılların başında bu defa babamın işleri bozuldu, Almanya’ya gitti. Orada da iş bulamadı başlarda. Amcamlar tüm aile Almanya’daydı. Bu defa onlar babama kol kanat gerdiler.
Yıllar yine su gibi geçti, herkes Türkiye’ye döndü. Amcam, evlatlarının da desteğiyle epeyce toparlamış, borçlarını ödemişti. Kıymetli araziler aldı. Durumu babamdan daha iyiydi artık.
Babam da boş durmadı, 1965’te inşaatında birlikte çalıştığımız evi satarak şehir stadına yakın yerde güzel bir daire aldı. İşleri düzeldikçe amcamın babama yakınlığının arttığını görüyordum. İki kardeş arasındaki sevgi saygı daha da büyümüştü.
Amcam şöyle diyor bir gün babama, “bizimoğlan, köydeki evin arsası büyük sayılır. Zamanında baba topraklarından benim için vazgeçtin, şimdi de ben kendi arsamın birazını sana bırakıyorum. Tapusunu da vereyim ki ilerde sorun çıkmasın. Gel, buraya güzel bir ev yap. Hatta üç-dört kat çık. Evlatlarına birer daire düşsün. Böylece ahir ömrümüzde yan yana olalım.”
Tamam, diyor babacığım, şehirdeki dairesini satarak gerçekten küçük, şirin bir apartman dikiyor. 1990’ların başıydı, 35 yıl sonra köye döndü.
Her gün, her saat birlikteydiler. Bir gün bile tartıştığı görmedim iki kardeşin.
İki kere İstanbul’a bize geldiler beraberce.
Her seferinde amcam bana olan yakınlığını belli ediyordu. Meselâ, onları İstanbul’da gezdirirken otomobilim bozuldu. Bütün ısrarlarıma rağmen tamir masraflarını amcam karşıladı.
Güzel yazmayı, güzel giyinmeyi severdi amcam. Belki de amcama özenerek ben de güzel yazmaya, iyi yazmaya ve iyi giyinmeye merak sardım küçüklüğümden itibaren. Hactan geldikten kısa süre sonra böyle bir Mayıs ayında, 68 yaşında aramızdan ayrıldı.
Amcamı çok arıyorum, çok özlüyorum… Amcaların hasıydı, iyi adamdı amcam… Evlatları da birbirinden değerli çıktı, saygıda kusur etmediler. Evlatlar olarak biz de hiç üzmedik birbirimizi. Sülalede benden başka eşinden ayrılan da olmadı meselâ. Nurlar içinde yat amca ve babacım…
YORUMLAR