Her SALI Unutulmaz BİR ANI / 4
Denizli’nin Güney ilçesi doğumlu görmüş geçirmiş biriydi Ali Çavuş amca. Gençliğinde Denizli Lisesi (Koca Mektep) müdürünün hademeliğini yapmıştı. Protokol bilir, güzel konuşur, halden anlardı. Uzun yıllar İkinci Ticari Yol’daki lüks kahvehaneyi babamla birlikte çalıştırdılar. CHP’nin iktidar yıllarıydı... İlk Enerji Bakanı, CHP’li Hüdai Oral ve arkadaşlarının uğrak yeri olduğundan CHP lokali gibi işlerdi. Babam da CHP’li bilinirdi.
Ali Çavuş Amca, sabah 05.00’den öğleden sonra 5’e kadar kahvehanede bulunurdu. Babam da saat 11.00 gibi işe gelir 01.00 kapatırdı. Mükemmel ötesi bir uyumları vardı. Ali amcanın her dediğini yapardı babam, ona saygısı tamdı. Yetişmemde de önemli rolü olmuştur Ali amcanın.
Bir hatamı gördüğünde kenara çeker, uyarır sonra cebime 50 kuruş koyardı. Onu çok severdim. Hiçbir uyarısı, sözü batmazdı. Yumuşacık, tebessümle konuşurdu çünkü.
Tahminen 1962 yılında babam İkinci Ticari Yol Caddesi’nde, Demirciler Çarşısı’na giden yolun sol başında bir kahvede ocakçı ve garson olarak çalışmaya başladı. Daha öncesinde yoğurt halinde ve ona yakın başka bir köşede çay ocağı işletmişti. Neşeli Çay Ocağı diye bir tabela hatırlıyorum o yıllara ait hatıralar içinde. Yedi-sekiz yaşlarımda orada babama yardım ederdim, babamın dağıttığı çayların boşlarını toplayarak. O yıllarda babam kimsenin aklına gelmeyen bir uygulama başlatmıştı çay ocağında. Sıra sıra dizili dükkanların kapılarının üstünden geçen ince çelik bir tel uzattı, çengelle tutturarak. Tek parça, ucu bizim çay ocağına kadar devam eden bir hat. Her dükkanın önüne yarım metrelik ince bir zincir bağladı, çay ocağının girişine de iki çan astı. Sipariş vermek isteyenler zinciri çekince bizim orada çan çalıyordu.
Hemen etrafı kolaçan ederek kimin bizimle irtibat kurmaya çalıştığını görüyorduk. Denizli’de yaygın özel el-kol işaretiyle ne istediğini, kaç tane istediğini anlıyorduk. İşaret parmağını ileri uzatarak daire çizmek çay, avucunu kapatıp ocağa cezve sürer gibi ileri geri götürmek kahve, yumruğu sıkıp yukarı kaldırmak gazoz demekti. En çok istenenler de bunlardı zaten. Ihlamur, ayran, tarçınlı çay az içilirdi ve babam içenleri bilirdi. Mükemmel değilse de pratik bir sistem kurulmuştu ve işi kolaylaştırıyordu.
Kendimize ait bu iki kahve ocağından sonra İkinci Ticari Yol’daki kahvehaneye eleman olarak girdi babam. Kendi işini bırakıp birinin yanında çalışmaya değecek bir farkı vardı işyerinin. Fark, Ali Çavuş Amca’dandı. Denizli’de kahveci denince ilk akla gelen isimlerdendi Ali Çavuş. Askerlikteki çavuşluğunu sivil hayata da taşımıştı; disiplinli, çalışkan ve işbilir biriydi. Görgüsünün önemli bir bölümünü Denizli Lisesi müdürünün odacısı ya da hademesi olarak çalıştığı yıllarda kazandığı bilinirdi. O yıllarda Türkiye’nin en iyi on lisesinden biri olan Denizli Lisesi veya halk arasındaki adıyla Koca Mektep’in müdürlerini herkes tanır severdi. Ziyaretçileri boldu. Çok başarılı bir lise olduğundan İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, oğlu Ömer’i burada yatılı okutmuştu. İsmet İnönü gibi birçok tanınmış kişiyi ağırlamıştı Ali Çavuş, müdür odacısı göreviyle. Zamanla babamı ve çalışmasını çok beğenen Ali Çavuş, babama, “var mısın, seninle Denizli’nin en büyük, en güzel kahvehanesini açalım” demiş. Varım diyor tabii babam.
Aynı caddede yeni yapılmış bir binanın köşedeki geniş dükkanını kiralıyorlar. 150 metrekare. Hemen İzmir’e gidiyorlar, o yıllarda Denizli’de hiçbir kahvehanede görülmeyen sandalyeler, masalar, mermer dama tablaları, tavla oynanacak sehpalar sipariş ediyorlar. Bir yandan da işyeri düzenleniyor; yağlıboya badana işleri, duvarlara lambri. Bir köşeye kütüphane, bir köşeye sigara satış yeri konduruluyor. 50 kadar kitap vardı kütüphanede. O yıllarda kaliteli kitap azdı. Çoğu halk kitapları. Hazreti Ali’nin Hayber Kalesi Fethi, Ferhat ile Şirin, Köroğlu, Murat Sertoğlu’nun tarihi kitapları. Belki bir-iki fikir kitabı. Ali Çavuş’un emekli memurlardan oluşan önemli bir müşteri grubu var. Babamın annem tarafından akrabası CHP Milletvekili Hüdai Oral’ın çevresi de eklenince bizim kahvehane CHP lokali gibi olmuştu. Denizli’ye geldikçe bizim mekana uğrardı Hüdai Oral. TBMM sigarası dağıtır, Ankara’nın siyasi haberlerini paylaşırdı meraklılara. Tanınmış gazeteci Ertuğrul Özkök’ün kayınpederi olan Oral, iriyarı ve babacan biriydi.
Kahvehane müşterilerinin bir bölümü koltuğunun altında gazeteyle gelirdi. Yedi-sekiz saat aynı gazeteyi okuyan insanlar bilirim. Artık nasıl okumaysa! Zaten onlar gazeteyi okuyoruz demezler, “tetebbu ediyoruz” derlerdi. Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Akşam, Demokrat İzmir, Ege Ekspres, Yeni Asır çok okunan gazetelerdi. Bir de Hilâl dergisi gelirdi, onu ortaya fazla çıkarmazdık. Dini dergiydi.
Gazete okuma merakım o atmosferde başladı. Masalara çay-kahve taşırken, boşları toplarken başlıklara göz atardım. Fırsatını bulduğumda okurdum gazeteleri. Çetin Altan’ın Akşam gazetesindeki Taş köşesi hep aklımda. Belki de biri tavsiye ettiği için okurdum onu. Okuduğum haberleri arkadaşlarıma aktararak hava atardım. Arkadaşlarımın haberi olmazdı gazetelerde yazılanlardan. Hatta öğretmenlerin bile. O yıllarda gazeteler bir gün sonra gelirdi Denizli’ye. Ulaşım imkanları o kadarına yetiyordu. Halkın alım gücü de düşüktü. Gazeteye para veren azdı.
Hiç unutmuyorum, TRT yeni kurulmuştu. Gazetelerde onunla ilgili haberler çıkardı. Bir gün, ukalalık işte, güya öğretmeni deniyorum, sordum, “hocam TRT ne demek?” Tabii bunu terete diye söylediğim için öğretmen bir kurum adı olduğunu anlayamadı. Bilmiyorum da diyemedi. Biraz düşündükten sonra, “Afrika’da yaşayan bir hayvan adı” demesin mi? O anda, bendeki hınzır keyfe bakın!
Böyle böyle, kısa sürede adım profesör’e çıktı. Profesör aşağı, profesör yukarı… O küçücük yaşta kelime haznem genişlediği için büyüklerle konuşurken başımdan büyük tumturaklı laflar ettiğimden beni özellikle konuşturmak isteyen müşteriler olur, sonra da babama “senin bu oğlan yaman çocuk, bilmediği yok” derlerdi.
Kekeme olduğumdan ilkokula bir yıl sonra kabul edilmiş biriydim ama kahvehane atmosferinin de etkisiyle kabak çekirdeği gibi açılma yönünde hızla ilerliyordum.
Kahvehanenin çevresindeki her işyeri müşterimiz olduğundan girip çıkmadığım kapı yoktu. Meselâ, binanın hemen üst katlarında faaliyet gösteren Huzur Oteli… Hüseyin Otçu amcamız, iki oğluyla birlikte işletirdi. Biri çok şişmandı oğlunun. Birinin adı Özcan’dı. Otelin yedek personeli gibiydim.
Yanımızdaki şekerleme imalatçısı… Badem ezmelerinin tadı hâlâ damağımda… Sonra orası lokanta oldu. Yolun karşı köşesinde İyihuylu Peynircilik… (Önce Huylu idi soyadları sonra İyihuylu yaptılar.) Öbür köşede beyaz eşya satıcısı Alim Gökalp. Sonradan adı MHP olan CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) İl Başkanıydı aynı zamanda... Beni çok severdi. O yüzden babama, “kahve köşelerinde süründürme Hüseyin’i. Gelsin bizim dükkanda çalışsın, adam gibi ticaret öğrensin, tezgahtarlık yapsın, başka şeyler de öğrenir” diyerek beni yanına almıştı.
Ben de sevmiştim o ortamı. Zaten bize çok yakındı, yine arada kahvehaneye takılırdım. Benimle yaşıt kızı vardı, onunla oynardık arada. Evi işyerinin üstündeydi, öğle yemekleri her gün oradan gelirdi. Biraz huysuz biri olmalıydı Alim abi ki her yemekte bir kusur bulur söylenirdi. Mesela tuzluk unutulsa şöyle derdi:
“Tuzluğu unutmayan hanımların fiyatı kaç paradan başlıyor acaba, bir tane de ondan alsak…”
Ateşli siyasi tartışmalar olurdu sık sık. Anlamaya çalışsam da bir kısmına ancak basardı kafam. Eve ilk buzdolabını bu çalıştığım yerden almış, gurur duymuştum. Ampra marka ithal, açık yeşil bir soğutucuydu…
Ve, traş olduğum berber dükkanı… Başka âlem…
DENİZLİSPOR KAMPININ MASKOTU GİBİYDİM…
Alt köşede Narin Oteli… Denizlispor’da top koşturan bekar futbolcuların kamp yeriydi aynı zamanda… Kaleci Erol, Ati, Bülent, Şükrü, Çamur Ali, Hacettepe’den transfer Konyalı Mehmet abi, Necip Fazıl Kısakürek’in küçük oğlu Osman. Onun sayesinde Necip Fazıl’a yakın olma fırsatı bulduğum için talihliyim. Zaten kampın maskotu gibiydim.
Futbolcular içinde beni en çok Konyalı Mehmet severdi. Denizlispor’a Hacettepe’den gelmişti. Namazında abdestinde, çok iyi biriydi. Futbolcularla düşüp kalkmamı, onlarla sinemaya gitmemi hoş karşılamaz, “futbolcu kısmı zevke sefaya düşkündür, kendini kaptırma” derdi. Tamam derdim ben de. Çok sevmiştim Mehmet abiyi. Aramak için Konya’ya gitmiş, bulamamıştım 1975 yılında. Büyük Bülent’le bir başka futbolcuya Kur’an-ı Kerim okumayı öğretmiştim.
İşyerleri dışında bir apartman katıyla da aram iyiydi. Kahvehanenin karşısında üçüncü kattaki aile. Memurluktan, belki subaylıktan emekli; iki kızı ve eşiyle otururdu.
Yaşlı amca, Hüseyin diye çağırır sonra isteklerini yazdığı küçük kağıtla birlikte yukarıdan sepet uzatır, parayı da notun yanına koyardı. Bir koşu gider isteklerini alır gelir sepete yerleştirirdim. Her defasında 10 kuruş, 25 kuruş bahşiş verirdi.
Ailenin kızları Denizli’de pek ünlüydü. “İkiz kızlar” denirdi. Kız Enstitüsü’nde öğrencilerdi. Daima aynı kıyafetleri giyerler, saçlarını iki örgü yapıp arkaya salarlardı. En önemli özellikleri dillere destan güzellikleriydi. İpince, taze söğüt dalı gibi kızlardı. Bazen onlar da sepet sarkıtırlardı bana. Koşarak gider siparişlerini alırdım. Sonradan ailecek İstanbul’a yerleştiler ve Meral - Zühal Kardeşler diye ünlü şarkıcı oldular.
O yıllarda bir süre muhasebe bürosunda çalıştım, iyi meslek diye. Bana katkısı oldu. Patronum aynı zamanda cami imamı Halim Hoca idi. Şık giyinen, sosyal bir adamdı.
İÇİMLİK KORUK SUYU ÜRETİMİNDEN EV YAPMAK
Ailecek evde yaptığımız güzel işlerden biri de içimlik koruk suyu üretimidir. 1964 yılıydı. Olgunlaşmamış yeşil üzümleri ezerek suyunu çıkarmak, şeker ekleyerek plastik kapaklı cam ayran şişelerine doldurup satmak…
Şeker oranı ve kıvam ustalık isterdi. Sanırım o yıllarda Denizli’de bir-iki yerde vardı sadece. Haliyle bir bardak çayın üç katı fiyatla satılırdı. İki ay gibi kısa bir süre satışta olurdu ama özel bir içecek olduğu için getirisi yüksekti. Bizim spasiyelimizdi. Çok tutulurdu. Ekşimsi, buruk, hoş bir tadı vardı. Yeri geldiğinde babam “bu evi koruk suyuyla yaptık, bereketi çoktur” derdi.
Annem, babamın ortağının eşiyle birlikte yaparlardı bu nefis içimliği. Kız kardeşimle ben evden kahvehaneye taşımasını sağlardık. Kasanın bir ucundan o tutardı diğer ucundan ben. Ağır, 24’lük ahşap kasalarda cam şişeleri taşırken kollarımız kopsa, parmaklarımız kızarsa da şikayet etmezdik. Gidiş-geliş bir buçuk kilometre yol. Üç noktada dinlenme yerlerimiz vardı. Günde üç-dört sefer yapardık bazen. (30 Kasım 2020)
> H. GÖKÇE
YORUMLAR