Yaşanmış PAZAR HİKAYELERİ /14
AKDENİZ KARAYA VURDU
Öfkeli, hırçın bir yağmur boşalıyordu şehrin üzerine. Esmerleşmişti gökyüzü. Asık suratlı birine benziyordu.
Dışarı bakıyordu pencereye dayadığı başını kıpırdatmadan. Buna bakmak denilmezdi ya. Nereye baktığının farkında değildi, başka yerlerdeydi kafası.
İnşaat mühendisi olarak inşaatlarda iş bulmakta zorlanırken belediyenin fen işleri kadrosuna girmek hayatının akışını değiştirmişti. Cebinin düzenli ve yüklü paraya kavuşması yanında toplumda saygı ve ilgi gören biri durumundaydı şimdi. İslamcı çevrelere ait olmasının bunun ciddi rolü vardı kuşkusuz. Belediyede zamanla yükselmiş, müdür yardımcı olmuştu. Odasının bitişiğinde çalışan alımlı bir sekretere bile sahipti artık.
Yaşı kırka, huyu varlığa merdiven dayamıştı. Laf aramızda, eşine göstermediği ilgiyi, nezaketi sekreterine göstermeye başlamıştı zamanla. Dolaşan dedikodulara bakmamak lazım ama başka şeyler de oluyordu aralarında.
Hayat standardı yükselmiş olsa da eşi rahatsızdı kocasının toplum içindeki bu yükselişinden. İşin tuhafı, adam da eskisi kadar hoşlanmıyordu eşinden. İki çocuğunun annesiydi sonuçta, o yüzden yine de seviyordu eşini. Öyle sanıyordu ya da.
Belediyenin tahsis ettiği yerli üretim ama iyi marka otomobili akşamları ve hafta sonları keyfince kullanıyordu. Müdürlüğe yükseldiğinde daha güzel bir şey yapmış, taşeron firmaya yüklemişti otomobilin daha lüks bir modelle yenilenmesini de tüm masrafını. “Belediyeden çok taşeron firmanın işlerini takipte kullanıyorum zaten” diye açıklıyordu durumu. Muhafazakâr belediye başkanı da beğenmişti yeni yöntemi.
Alçakgönüllülüğü, tevazuu hatta muhafazakârlığı yavaş yavaş ikinci hatta üçüncü sıraya attığını kimi zaman kendisi de kabul ediyordu ama…
Aması… Konjonktür böyle gerektiriyordu ona göre. Muhafazakâr kalmak yanlış anlaşılıyordu, biraz modern olmak zamanıydı… Ezilen hep biz mi olacaktık? İslamcılar mazide çok ezilmiş, ikinci sınıf insan muamelesi görmüştü. Dünya sadece birilerine mi yükselme ve keyif yeriydi?
Ne vardı dünyadan kâm alsalardı azıcık! İtilmiş, kakılmışlığın rövanşı hatta intikamı alınmalıydı. Belki de o devirdi şimdi.
Ne var ki, Fen İşleri Müdürü rövanşı düşünürken veya eski günlerin acısını çıkarırken ya da hayattan kâm alırken sınırları hayli zorluyordu. Zaten yakınında sınır çizecek birileri de yoktu artık. Sınır filan da kalmamıştı belki.
Yeni yapılan 30 katlı rezidanslarda bayan arkadaşlıkları vardı şimdi. Tanınmasın diye çıkarıp cebine koyduğu miyop gözlüğü ve başına geçirdiği şapkasıyla girip çıkıyordu apartman azmanı, otelimsi bloklara.
İlk başlarda hem farklı korkularla hem daha önce tatmadığı heyecanlarla süzülüp geçerdi rezidanslardaki özel korumaların arasından.
İlki ne heyecandı ama… Rezidansın lobisine kadar karşılamaya gelmişti bayan. Kaçamak bakışlarla tepeden tırnağa süzdü genç kadını. 20’li yaşların başında, incecik, uzun boylu, yırtık kot şortlu esmer biriydi… Yüzünde ödünç alınmış gibi duran mevsimlik bir gülümseme… Diri adımlar, uçuşan bakımlı saçlar, topuzsuz şık bir spor ayakkabı. Beklentilerini fazlasıyla karşılayacaktı. Asansörde az kalsın beline sarılacaktı kadının. Belki sarılmasını beklemişti kadın ama bizim müdür henüz o kadar aşmamıştı bendini de kendini de… Sıcacık, tahrik edici, hoş kokuluydu kadının nefesi de bakışı da. Asansör iki bin katlı bir apartmana tırmanıyordu sanki. O kadar uzun gelmişti dar, çelik odadaki yolculuk. Böyle bir heyecanı yaşamamıştı daha önce ama alışacaktı artık!
Bir başka günde, kendinin bile çok şaşırdığı bir çılgınlık yapmış, böyle bir bayanı yaşadığı lojmana çağırmıştı. Eşinin çocuklarını da alarak halasına gittiği bir gündü. Yine dal gibi bir bayandı ama esmer değil sarışındı bu defa. Uzun, ahenkle dalgalanan saçlar… Açık giyinmemesini hatırlattığı için daracık pantolonla gelmişti. Tanınmış bir manken ve dizi oyuncuna benziyordu… Müdür bey akıllı davranmış, aile doktorunun patoloji raporu getiren asistanı olarak güvenlikten giriş yapmasını sağlamıştı. Yine de büyük cesaretti. Gözünü karartmış yapmıştı işte.
Birkaç saatlik sahte, kaypak, sadece ve sadece paraya dayalı, boyalı, yalancı içtenlik… Buhar olup uçucu zevk.
O gecenin sabahında anlayabilmişti yaptığının delilik olduğunu. “Beni bana bırakma Allahım” diye mırıldandı. “Mücahitlik” yılları takılmıştı aklına istemeden de olsa. Yine de bir başka gün, aynı deliliği tekrarlamaktan geri durmamıştı.
Duşta kendi kendine:
“Hey koca sersem, nereden nereye!” diyebilmişti ama duştan çıkıp aynada kendini görünce “Ne haber bizim oğlan!” deyip, az önceki düşüncelerini unutuvermişti.
“Beni bana bırakma Allahım”dan, “Beni bende başlat başkanım”a uzanan ilginç, tehlikeli değişim…
O da biliyordu ki cazibesiyle baş ve gönül döndüren böyle kadınlar; paranın ucunu göstermese veya verişlerini biraz azaltsa bir anda tanımazlıktan gelir, anında selamı keser, dönüp bir kere bakmazdı yüzüne. Çok dinlemiş, çok okumuştu böyle şeyleri.
Yontulmamış, en ilkel dürtülerle beslenen, gizliliğin sahte cazibesiyle kızışan, sorgulanmamak için köşe bucak kaçılan ilişkiler…
VE, BÜYÜK PİŞMANLIK…
Müdür, kötü bir hayalin berbat sonuna yaklaştığını görmeye başlamıştı bir süre sonra. Fena hissediyordu kendini.
Yine de evine gelen son bayanı hatırladığında içi bir hoş oldu, keyifle gülümsedi. Eline zor sığan kocaman cep telefonunu çıkardı. Özlem ve bağlılık dolu iki cümle yazıp yolladı. Bir yılda orta karar bir otomobil parası harcadığı bu sarışın afetten gelecek bir-iki kelimelik cevap güzel bir teselli olabilirdi.
Kendini işine vermeye çalışırken, telefonları cevaplarken aklı hep o kadından gelecek mesajdaydı. Telefonun mesaj uyarısını beklemeden beş dakikada bir gözü ekrandaydı. Saatler geçti, gün akşam oldu ne bir arama ne bir mesaj vardı sarışından. “Artık arama!” demeyi bile gereksiz görmüştü koca müdüre.
Kahroldu... Haspa daha varlıklı, daha genç, daha ilgili birini bulmuştu kuşkusuz. Zaten son zamanlarda belli etmişti bir şeyler ama konduramamıştı nedense. “Olacağı buydu!” diye söylendi duvarı yumruklarken.
Büyük bir pişmanlık gezindi içinde… Otoların acı fren seslerini hissetti… Çocukluğunun, yetişkinliğinin, samimi anılarının, dupduru hislerinin fısıltılarını duydu.
Şeytan Üçgeni denen üçgenden çok daha çetrefilli, belalı bir üçgendi yaşadığı… Bir köşesinde bastırılmış duygular, bir köşesinde farklı olma özentisi, bir köşesinde hak edilmemiş makamların şımarıklığı… Hipotenüsü: Yaşanmamışı yaşamak… Ya da “Beni bu yollara zorlayan sebepler ah!”
Çılgın ve ahlâksız duygulardan epidural çözümler üretmeyi denerken gayya kuyusuna sürüklenme…
Eski mühendis yeni devletlinin zihninde depremler… Anılarında yıkılışlar…
Bir garson masaya geliyor, elinde hesap pusulası… Kızlar yine kıkırdıyor ama Müdür korkuyor bu defa… Rakı, kadehte mayalanıyor… Ağaçlar kuruyor, okullar yanıyor…
Müdürün karısı sessizce ağlıyor, Müdür kahroluyor; ağlamak onu kesmiyor.
Zehirli bal, bir kere daha bağa akıyor, bağı kurutuyor. Söğüt dalları bir bir kırılıp dökülüyor, gelip ciğerine saplanıyor… Akdeniz, karaya vuruyor, kuruyor…
Cenneti tecrübe ederken cehennemi yaşamak gibi bir şey bu. Ya da Şam Tatlısı yemek isterken fıstığının nefes borusuna kaçarak son nefesini vermesi… Sınav süresi dolmadan imtihan kâğıdını kaptırmak gibi…
Akdeniz’de balıklar ölüyor… Bir adam tek başına ağlıyor.
(05.07.2020)
> HÜSEYİN GÖKÇE
YORUMLAR