@HalukOzdalga
Cumhuriyet’in 100. yılı hepimize kutlu olsun! Gurur ve sevinçle kutluyoruz!
1877-78 Büyük Osmanlı-Rus Savaşını, Trablusgarp Savaşını, iki Balkan Savaşını, Cihan Savaşı’nı, ülkenin galip güçler tarafından işgalini, Anadolu’nun o günlerdeki perişan halini düşünürsek; Cumhuriyet bir mucizedir.
Şimdi hedef, Cumhuriyet’i demokrasi ve hukuk devleti ile taçlandırmaktır.
Onu da başaracağız!
………………….
Ortadoğu’nun geleceği Türkiye’nin geleceğini ve sınırlarının istikrarını yakından ilgilendiriyor. O nedenle Amerika’nın ve İsrail’in bölge siyasetinin doğru tahlil edilmesi hayati önem taşıyor.
İsrail niçin Gazze’ye gaddarca saldırıyor ve Amerika koşulsuz destekliyor?
Amerika’nın amacı Ortadoğu’da tek süper güç olarak kalmak ve hegemonyasını sürdürmek. Bunu, Ortadoğu siyasetinde merkeze İsrail’i koyarak yapmaya çalışıyor.
İsrail’in mevcut siyasetinin baş mimarı Başbakan Binyamin Netanyahu’dur. 1996’da ilk kez Başbakan olunca yeni bir projeyi yürürlüğe koydu, hedefine doğru adım adım yürüdü.
Sadece İsrail istihbaratı değil hemen hiç kimsenin beklemediği Hamas saldırısıyla Netanyahu’nun 27 yıldır yürüttüğü hayatının projesi çöktü. Artık Netanyahu siyaseten mevtadır. Sıcak savaşın son bulmasıyla siyasi hayatı son bulacak.
Bu savaşı Netanyahu kaybedecek, Filistin kazanacak. Hamaset yapmıyorum, reel politika konuşuyorum.
Netanyahu’nun çöken projesini ve Filistin’in nasıl kazanacağını görelim.
* * *
1993 ve 1995’te İsrail’in imzaladığı Oslo I ve Oslo II anlaşmaları, bağımsız Filistin devleti kurulmasını öngörüyordu. Gazze ve Batı Şeria toprakları karadan bağlantılı hale gelecek, başkent Doğu Kudüs olacaktı.
Daha çok İsrail’deki İşçi Partisi’nin savunduğu bu yaklaşım “barış için toprak” adıyla biliniyordu.
1993’te sağcı Likud Partisi liderliğine seçilen Netanyahu, Filistin devletine ve 1967’de işgal edilen Batı Şeria’dan çekilmeye karşıydı (Tevrat’taki adıyla Yahudiye ve Samarya).
1990’larda Amerika’nın Ortadoğu siyaseti üzerinde İsrail’i destekleyen aşırı sağcı iki grubun ciddi ağırlığı vardı: Kendilerine “yeni muhafazakar” (neo-con) adını verenler ile Hıristiyan Siyonistler olarak bilinen bağnaz dinciler.
Yeni projeyi anlamaya en çok yardımcı olacak belgelerden biri, Netanyahu için hazırlanan “Tam Kopma” (A Clean Break) adlı rapordur. Hazırlayıcıları arasında Amerikalı önde gelen neo-con’lar da vardı (Richard Perle, vs.).
Rapor, o güne dek izlenen “barış için toprak” siyasetinden “tam kopma” önerir. Onun yerine İsrail “güç yoluyla barış” siyaseti izlemelidir, çünkü kendi uygun bulduğu çözümü dayatacak askeri güce sahiptir.
Rapor’a göre bu projeyi köstekleyecek üç bölge ülkesi vardır: Suriye, Irak ve İran. Rapor’da kullanılan sözcüklerle o ülkeler “kuşatılmalı, istikrarsızlaştırılmalı ve geriletilmelidir.”
Netanyahu, 1996’da Başbakan seçildikten sonra bu projeyi adım adım uyguladı.
2000’de George W Bush’un başkan seçilmesiyle, o raporu hazırlayanlar dahil pek çok aşırı sağcı (neo-con) Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarında üst düzey kritik görevlere geldi. Değişik Washington yönetimleri giderek Netanyahu’nun mimarlığını yaptığı İsrail’in yeni projesine daha çok angaje oldu, Amerika-İsrail çıkarları tam bir özdeşlik içinde algılanmaya başladı (*).
11 Eylül 2001 saldırısından sonra Amerika’nın sahte gerekçelerle Irak işgalini başlatmasının en önemli nedeni, yukarıda işaret ettiğimiz Irak’ı istikrarsızlaştırma, mümkünse parçalama hedefidir.
Demokrat Parti’den 2008’de başkan seçilen Obama büyük ölçüde aynı çizgide yürüdü, 2011’de Suriye’de barışçı gösterilerle başlayan isyan hareketini ülkeyi istikrarsızlaştırmak, mümkünse parçalamak için kullandı. En büyük destekçisi AKP iktidarı oldu.
Netanyahu’dan sonra bir ara Likud liderliğine gelen ve başbakanlık yapan Ariel Şaron döneminde İsrail 2005’te Gazze’den çekildi. Şaron’un temel motivasyonu, Filistin direniş hareketini Gazze’de güçlü Hamas ile Batı Şeria’da güçlü Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasında parçalamak, iki başlı hale getirmek idi.
Netanyahu tamamen aynı görüşteydi, bunu defalarca açıkça dile getirdi. Mesela bir Likud toplantısındaki sözleri: “Filistin devletinin kurulmasını bozmak isteyen herkes Hamas’ın güçlenmesini desteklemelidir. Bizim stratejimizin bir parçası, Gazze’deki Filistinlileri Batı Şeria’daki Filistinlilerden tecrit etmektir.”
Milyarlarca dolara ileri teknoloji kullanılarak inşa edilen ve Gazze’yi kuşatan bariyerin bir amacı Hamas mücahitlerinin İsrail’e sızmasını engellemek ise, diğer amacı Hamas’ı FKÖ’den tecrit etmekti. Hatta bazı Yahudi gözlemcilere göre nihai amaç ikincisidir.
Netanyahu, başta Katar olmak üzere değişik çevrelerden Hamas’a ve Gazze’ye gelen yardımları kolayca engelleyebilirdi, ama yol verdi. Hamas’ı sert tecrit altında tutuyor fakat aynı zamanda FKÖ karşısında bağımsız bir güç olarak varlığını sürdürmesini istiyordu.
Filistin direnişinin bölünmüş yapısını devamlı kullandı, sık sık barış için karşısında muhatap bulamadığını ileri sürdü.
7 Ekim arifesinde Netanyahu’nun konumu şöyle özetlenebilir:
– Filistin topraklarının kesintisiz genişleyen yeni “yerleşmeler” ile sömürgeye dönüştürülmesi.
– Mülkleri gasp edilen Filistinlilerin, çıkarılan yasalarla İsrail devletinin eşit hukuka sahip olmayan kulları konumuna indirgenmesi (aparthayd devleti).
– Son aşamada zaferi mühürlemek üzere, Mescid-i Aksa’nın yıkılarak yerine Üçüncü Yahudi Tapınağı’nın inşa edilmesi. En ateşli savunucuları şimdi Netanyahu kabinesinde bakan.
Önce İbrahim Anlaşmaları ile bazı Arap devletleriyle ilişkiler güçlendirildi. Ardından Washington’un öncülüğünde, Suudi Arabistan ve başka bölge ülkeleriyle siyasi ilişkilerin normalleşmesi süreci neredeyse tamamlandı.
Netanyahu 7 Ekim öncesinde hedefine ulaşmış gibi görünüyordu. O hedefi geçen ay Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada ‘Yeni Ortadoğu’ diye nitelendirdi ve bir harita gösterdi. Haritada Akdeniz’den Şeria Nehri’ne kadar tüm topraklar İsrail idi, Filistin yoktu.
Bilebildiğim kadar Netanyahu’nun hedefini en net dile getirdiği yer, geçen yıl seçimlerden önce Haaretz gazetesi için kaleme aldığı yazı oldu. Tabii hep yaptığı gibi Filistinlileri aşağılamayı ihmal etmeden:
“Geçmiş 25 yıl boyunca devamlı olarak bize, diğer Arap ülkeleriyle barışın ancak Filistin sorunu son bulduktan sonra mümkün olabileceğini söyleyip durdular. Bu egemen anlayışa karşı olarak, barışa giden yolun Ramallah’tan değil, onu by-pass etmekten geçtiğine inandım: Filistin kuyruğunun Arap dünyasına baş olması yerine, hep iddia ettim ki barış, Arap ülkeleriyle başlamalı ve öylelikle Filistin inatçılığı tecrit edilmelidir.”
Askeri açıdan Hamas’ı fazla önemsemiyor, İsrail’e 7 Ekim saldırısı gibi ağır bir darbe indirebileceğine ihtimal vermiyordu. Ama İsraillilerin kendi sözcükleriyle Hamas saldırısı, “Nazi katliamından (Holokost) sonra bir günde yaşanan en büyük facia” oldu.
Askeri güç yoluyla barışı dayatabileceğini öngören Netanyahu’nun projesi korkunç şekilde göçtü. Bedelini şimdi on binlerce masum İsrailli ve Filistinli hayatlarıyla ödüyor.
Bunu sadece dünya ülkeleri değil, İsrailliler de görüyor. Gazze savaşı bitince Netanyahu da bitecek. Siyasi hayatına, sürekli küçümsediği ve istiskal ettiği Hamas son vermiş olacak.
* * *
Hiç kuşku yok ki çok büyük askeri güç üstünlüğüne sahip İsrail, devam eden Gazze muharebesini kazanacak.
Ama savaşta nihai zafer Filistin halkının olacak.
Çünkü belli oldu ki, şiddet ve askeri güç kullanarak dayatma barış getirmiyor. İsrail’in Filistinlilerin haklarını ve Filistin devletinin kurulmasını kabul etmekten başka çıkış yolu yok. Bölge ve dünya ülkeleri, İsrail’i adım adım o noktaya getirmek zorunda.
Bugün Filistin’de yaşananlara benzer örnekler tarihte var.
Fransa 1830’da hiçbir gerekçe olmadan Cezayir’i işgal etti. Yerli halk direnişe geçti. Başta Emir Abdülkadir, çok sayıda farklı direnişi Fransa’nın en vahşi yöntemlerle bastırabilmesi yaklaşık 45 yıl sürdü.
Halkı pasivize eden Fransa ardından sömürge inşasına geçti. Cezayir Fransa’nın bir vilayeti, Akdeniz’in karşı yakasındaki uzantısı yapıldı. Okullarda “Seine nehri nasıl Paris’i ikiye ayırıyorsa, Akdeniz de Fransa’yı öyle ikiye ayırır” diye okutuluyordu.
Cezayirli tam anlamıyla boyun eğdirilmeliydi. Yerli halkın arazilerine ve tarlalarına el koyuldu. Yeterli eğitim ve siyasi örgütlenme imkanı verilmedi. Cezayirli ve Cezayir’de yaşayan Fransızlar için ayrı hukuk uygulandı, Cezayirli kendi vatanında ikinci sınıf vatandaş yapıldı.
Cezayirlilerin her hareketi sıkı kontrol altında alınmıştı. Milliyetçi örgütlenmeler içinde öne çıkan, babası Cezayirli bir Türk olan Messali Hac’ın kurduğu teşkilatlanmalar oldu. Fransızlar, şiddete başvurmamasına rağmen Messali’yi sıkı baskı ve takip altında tutuyordu.
Ilımlı çizgisini yetersiz bulan çoğu 30’lu yaşlarda dokuz genç Messali’den ayrıldı, silahlı direniş başlatmak üzere 1954’de yeni bir parti kurdu: Daha çok bilinen Fransızca kısaltmasıyla FLN veya Ulusal Kurtuluş Örgütü.
FLN, kuruluşundan üç hafta sonra 1 Kasım 1954’de silahlı direnişi başlattı. Bulabildikleri silahlarla çok sayıda karakola saldırdılar, yedi Fransız askeri öldürüldü.
Ordusu veya ciddi askeri hazırlığı olmayan FLN’in kurucusu dokuz genç, o günlerde dünyanın en güçlü 3-4 ordusundan birine sahip Fransa’yı muharebe alanında yenemeyeceklerini biliyordu. Fransa’nın aşırı sert tepki göstereceği de belliydi. Niçin silahlı saldırı gerçekleşirdiler?
Hedefleri, Cezayir halkının direnişe katılımını sağlamak ve Fransa’yı uluslararası platformlarda tecrit ederek savaşı kazanmaktı.
Fransa’nın mukabelesi acımasız ve vahşi bir misilleme oldu. Bölgeye 10 bin asker sevk edildi. Havadan, karadan ve denizden köyler ve kasabalar ayırım yapmadan dövüldü. Fransız’ın öfkesi dindiğinde, 7 askere karşılık 45.000 Cezayirli öldürülmüştü.
Şiddet karşı şiddeti doğurdu. FLN’in her saldırısına, Fransa tırmanan bir gaddarlıkla yanıt verdi. FLN, sivil asker ayırımı yapmadan rastgele her Fransız’ı öldürmeye, Fransızlar yaygın işkenceye ve Arap mahallelerini bombalamaya başladı. FLN şiddet olaylarını Fransa’ya taşıdı.
En sert ve kanlı mücadele, Başkent Savaşı olarak bilinen Cezayir şehrinde yaşandı. İtalyan yapımcı Pontecarvo’nun “Başkent Cezayir Savaşı” adlı filmi, direnişin ölümsüzlük kazanmasına katkı yapmıştır. Sinema tarihinin en ünlü yapıtlarından o filmi meraklılara öneririm.
Cezayir kurtuluş savaşının başlarında neredeyse tüm Fransa katı ve ödünsüz bir tutum içindeydi. Sonradan Cumhurbaşkanı olacak sosyalist İçişleri Bakanı Mitterand’ın o günlerdeki veciz sözleri genel havayı yansıtıyordu: “Cezayir Fransa’dır”.
Ama Fransa adım adım uluslararası planda yalnızlaştı, tecrit oldu. İçerde siyaset ağır krize girdi. Askerler darbe girişiminde bulundu. Çıkış yolunu, İkinci Dünya Savaşı’nın kahramanı General Charles de Gaulle’ü göreve çağırmakta buldular.
Yeni bir anayasa hazırlayan de Gaulle, Beşinci Cumhuriyet dönemini başlattı ve 1962’de Cezayir’in bağımsızlığını kabul etti.
Kurtuluş savaşını başlatan dokuz genç bugün Cezayir’de “Dokuz Tarihi Lider” olarak anılır. Çoğu savaş meydanında öldü veya Fransızlar tarafından yakalanıp hapse atıldı. Dokuz gençten Ahmet bin Bella, bağımsız Cezayir’in ilk Cumhurbaşkanı oldu.
Şimdi Netanyahu sonrasında İsrail için bir ‘de Gaulle’ gerekiyor.
İsrail, ırkçı aparthayd devletine ve işgale son vermek, bağımsız Filistin devletini kabul etmek zorunda.
Benzer doğrultuda düşünen başkaları da var. Mesela Amerika’nın en etkili gazetesi New York Times’ın en koyu İsrail yanlısı yazarlarından Thomas Friedman. Daha önce İsrail’in en aşırı politikalarını destekleyen Friedman birkaç gün önce şunları yazdı:
“İsrail paldır küldür Gazze’ye girerse; bunu Filistin Yönetimi’yle iki devlet çözümü arayışına ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşmelerine son vereceğine dönük açık taahhüt vermeden yaparsa, İsrail ve Amerika çıkarları için mahvedici bir hata yapmış olur.
Küresel bir yangını tetikleyebilir ve bölgede Henry Kissinger’in 1973 Yom Kippur savaşının bitişinden bu yana kurguladığı ve ABD’nin inşa ettiği tüm Amerika yanlısı ittifak yapısını havaya uçurabilir… Her şey yanıp kül olabilir…
Biden İsrail hükümetine söylemelidir ki; yerleşmeler, Batı Şeria ve iki devlet çözümü hakkında tamamen yeni bir yaklaşım ile eşleştirmeden, Gazze’ye girmek İsrail için felaket, Amerika için felaket olacaktır…”
Bunları Netanyahu yapamayacağına göre, Friedman bile Netanyahu gitmeli, Filistin devleti kurulmalı, yoksa felaket diyor.
Öyle olması gerekiyor. Çünkü alternatif, İsrail’i de yutacak bir felaket.
—-
(*)- 1990’lardan itibaren İsrail-ABD siyasetinin nasıl değiştiğini burada sadece çok kısa özetledik. Bugünü anlamak için büyük önem taşıyan o sürecin daha ayrıntılı bir sunumunu “Kötü Yönetilen Türkiye” başlıklı kitabımda bulabilirsiniz (s. 226-247). Daha kısa anlatımları Karar gazetesinde Taha Akyol, 7 Ekim Hamas saldırısından sonra “ABD’nin vebali” ve diğer yazılarında özetledi.
YORUMLAR