"Vaziyet ve Manzara-i Umumi"
Reklam
Ertuğrul Günay

Ertuğrul Günay

Karşı siyaset: Gözlemler, Eleştiriler, Öneriler

"Vaziyet ve Manzara-i Umumi"

10 Şubat 2022 - 21:33




Ertuğrul GÜNAY

Sorun, bu çarpık sistemsizlikte kimin nereye geleceği değil, -bireysel ve partisel kaygılara düşmeden- bu çarpıklığın hangi kural ve kurumlarla giderilebileceğini; akla, ahlaka ve adalete uygun yeni bir sistemin nasıl kurulacağını anlayıp anlatmakta..
……………………………………………………………………………………………………


Üç çeyrek asırdır, düşe-kalka sürdürmeye çalıştığımız ‘çok partili’ siyasal hayatın içindeyiz. Cumhuriyetimiz, 100. yılın eşiğinde. 1876’dan bu yana, 150 yıldır, devlet erkini başına buyruk olmaktan çıkarmaya, yasal, anayasal sınırlar içinde tutmaya, ‘hukuk devleti’ olmaya çalışıyoruz.  

Bütün bu süreçte zaman zaman kesintiler yaşadık; darbeler, darbe girişimleri, kötü yönetim dönemleri oldu. Milletçe, haklı haksız ağır bedeller ödedik. Ancak, bir süre sonra bütün bu badirelerin tümünden ana doğrultumuzu koruyarak çıkmayı başardık. Çok partili siyasete, hukuk devleti ve ‘muasır medeniyet ’ amacına, devletin saygınlığı ve milletin barış ve refah içinde birlikte yaşaması hedefine bağlılığımız artarak çıkmayı başardık. Bu badirelerden çıkmakta, her dönemin ağır koşullarıyla mücadele etmekten sakınmayan muhalefet partilerinin -1960’ta, 70’de, 80’de- önemli payı var. 

Bu 150 yıllık tarih içinde bazı kavram ve kurumlarla tanıştık; zamanla onları sahiplendik, benimsedik, günlük hayatımızın, devletle tanışıklığımızın bir parçası olarak görmeye alıştık. 1876’dan başlayarak dilimize yerleşen ‘Sadrazam/ Başvekil/ Başbakan’ kavramı bunlardan birincisi. Sonra, halkın gözünde bir anlamda ‘devlet’ demek olan ve bir heyet olarak ‘tüzel kişiliği' ve millete karşı siyasi sorumluluğu olan ‘hükümet.’ Hükümeti (bakanlar kurulunu) oluşturan ve her biri Millet Meclisi’ne karşı siyasi sorumluluk ve icra yetkisi taşıyan ‘bakanlar, bakanlıklar’ bu kavramların ilk akla gelenleri.

Bugün de, devletle ve siyasetle ilgili konulardan söz ederken hala bunları kullanıyoruz. Örneğin, medyada zaman zaman cumhurbaşkanının ‘bakanlar kurulunu topladığından' söz ediliyor. Sokaklarda hayat pahalılığını, haksızlık ya da yolsuzlukları protesto etmek isteyenler ‘hükümet istifa’ diye bağırıyor. Bakan değişiklikleri, sanki gelen ve gidenlerin kendi başlarına karar ve icra yetkisi varmışcasına, önemli bir konu gibi tartışılıyor. 

Oysa, içinde bulunduğumuz dönemde, bu sözcüklerin hiçbir anlamı yok. 
Nisan 2017’de, -oyların sayımı sırasında geçersiz pusulaların geçerli sayıldığı- halk oylamasıyla kabul edilen anayasa değişikliği sonucunda bu kavram ve kurumlar ortadan kalktı. Artık Türkiye’de başbakan, bakanlar kurulu, tüzel kişiliği olan bir kurulun üyeleri anlamında bakanlar yok.

2017 Nisan’ından önce Anayasa’da “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından kullanılır” yazılıydı, (md. 8). Maddenin yeni halinde ‘Bakanlar Kurulu’ ifadesi yok; yürütme yetkisi ve görevinin sadece Cumhurbaşkanı tarafından kullanılacağı yazılı. Cumhurbaşkanının görev yetkilerini tanımlayan 104. maddeye bir cümle eklenmiş: “Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir.”
Sadece cumhurbaşkanına, yani bir kişiye. Başbakan, Bakanlar Kurulu, Bakanlar falan yok. Anayasanın daha önce ‘Bakanlar Kurulu’ yazılı bütün maddelerinden bu ifade çıkarılmış. 

Değişiklik sonrası ortaya çıkan metinde yine ‘bakan, bakanlar’ deyimi yer alıyor. Bazıları bunlardan yola çıkarak bugün de ortada ‘bakanlıklar' ve ‘bakanlar kurulu’ olduğundan söz etmeye kalkıyor. Bu iddia bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa, kasıtlı bir saptırma gayreti. 2017 metni bütünüyle okunduğunda bu iddianın aslı olmadığı apaçık. 

Anayasanın değişik 106. maddesine göre, cumhurbaşkanı, milletvekili seçilme yeterliğine sahip yurttaşlar arasından istediklerini ve istediği sayıda ‘yardımcı’ ve ‘bakan’ olarak atıyor. Bunların TBMM üyesi olması şart olmadığı gibi, üye olanlar varsa, onların da milletvekilliği sona eriyor. Göreve başlarken Meclis’te yemin ediyorlar. Ancak Meclis’ karşı sorumlulukları yok; haklarında gensoru verilemiyor; sözlü soru bile sorulamıyor. Maddenin 5. fıkrasına göre “yardımcıları ve bakanlar, cumhurbaşkanına karşı sorumlu.” Tıpkı danışmanlar gibi, sadece adları farklı. 

Bu sistemin dünyada -medeni dünyada- bir benzeri yok.
ABD’de olduğu gibi ‘Başkanlık’, ya da Fransa modeli ‘yarı başkanlık’ değil. ABD’de, başkan yardımcısı da, başkan gibi seçime giriyor. Bakanlar, yüksek mahkeme üyeleri ve devletin asli görevleriyle ilgili yüksek görevlilerin atamaları Senato’nun onayı ile gerçekleşiyor.  Fransa’da, yetkili cumhurbaşkanının yanısıra, yürütme erkini onunla paylaşan başbakan ve bakanlar var. Başbakan ve bakanlardan oluşan hükümet Meclis’e karşı sorumlu. 

Bizdeki sistemin adı, kerameti kendilerinden menkul bazı danışman ve sözde hukukçuların uydurduğu bir ad; ‘cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’ diyorlar. Gerçekte ortada bir sistem yok; her erk bir kişiye bağlanmış ve yap-boz kararnameleriyle sürdürülmeye çalışılıyor. 1955’de rahmetli Fevzi Lütfi Beyin,  devrin Başvekiline yazdığı mektupta söylediği gibi “meşveret yok, murakabe yok …milli davalara prensipler değil, bir tek adam ve onun meydana getirdiği zümre hakim…”

Cumhurbaşkanlığı, adı üzerinde, cumhurun, yani ‘bütün milletin başkanı’ olmayı gerektiriyor.   Anayasada, bütün tahrifata rağmen, cumhurbaşkanlığına geleneksel anlamına uygun görevler yükleyen maddeler duruyor. Anayasa Cumhurbaşkanını,“Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil” etmekle sorumlu sayıyor, (mad. 104/2). Cumhurbaşkanı da göreve başlarken “üzerine aldığı görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücüyle çalışacağına namus ve şerefi üzerine” yemin ediyor, (md. 103)

Oysa, şu anda hukuken bu görevi üstlenmiş olan muhterem şahıs, aynı zamanda bir parti başkanı; görevini tarafsızlıkla yapması mümkün değil. O da böyle bir iddia taşımıyor; her yer ve zamanda partisini, siyasi çıkar ve beklentilerini her şeyin üstünde tuttuğunu açıkça sergiliyor. Siyasi tartışmalar içinde milletin en az yarısını temsil eden muhaliflerine ağır, aşağılayıcı sözcüklerle hitap etmekten sakınmıyor. Bu açıdan, ortada anayasanın tarif ettiği anlamda bir cumhurbaşkanlığı yok.

Öte yandan, baştan beri anlattığım gibi, ortada bir hükümet de yok. Hükümet, devlet görevlerinin yerine getirilmesini sağlamakla görevli ve yetkili organın adıdır. Çağdaş demokrasilerde, ister başkanlık, ister parlamenter olsun, bu organ kişisel değil, kurumsaldır. ABD örneğinde gördüğümüz gibi, doğrudan halk tarafından seçilmiş olan ‘başkan’ ve yardımcısı, önemli iş ve işlemlerinde kararlarını ulusal iradenin temsilcileriyle paylaşmak zorundadır. 

Adı ister Başkanlık olsun, ister parlamenter, hiçbir demokratik sistemde yürütmenin yargıya emir ve talimat vermesi, yerel ve ulusal yargı kararlarını tanımadığını söylemesi mümkün değildir. Demokratik sistemlerde yürütme görevini taşıyanlar, kendilerini denetleyecek olan yasama gücünün üyelerini belirleyemez.

2017 Değişiklikleriyle getirilen sistemde bunların hiçbiri yok; başkanlık sistemlerini kişisel ve keyfi olmaktan koruyan hiçbir denge ve denetim kurumu yok. Cumhurbaşkanı, taraflı parti başkanı olarak partisinin yasama meclisine girecek üyelerini kendisi belirliyor, sonra ‘tarafsız’ cumhurbaşkanı olarak yüksek yargının üyelerini de belirliyor. Yürütme zaten sadece kendisinden ibaret.

‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ denilen bu garabeti, çağdaş dünyada adına  demokrasi denilebilecek bir örnekle özdeşleştirmek mümkün değil. Benzerleri Latin Amerika’da var, bir de Sovyet diktatörlüğünden yeni kurtulmuş, ama eski sovyet artıklarıyla yönetilen Asya despotluklarında. Tümünün durumu ortada. Ülkelerin zengin doğal kaynak ve imkanlarıyla yöneticiler varsıllaştıkça varsıllaşıyor, halk da yoksullaşıyor.

Bizde de olan bu. Bir yanda, ‘itibardan tasarruf olmaz’ safsatasıyla devletin tepelerinde şaha kalkan savurganlık. Milletin iki göz evinin faturasını ödemekte acze düştüğü ortamda, gece gündüz yanan ve her gün bir kasabayı aydınlatacak elektrik tüketen yazlık-kışlık saray özentileri, ne danışıldığı meçhul danışmanlar ordusu, kararnamelerle oluşmuş paralel devlet görünümündeki politika büroları, başkanlık ofisleri, her birine kat kat maaşlar, özel uçaklar, makam ve araba saltanatları…

Öte yanda evini ısıtmakta, tenceresini kaynatmakta, çocuğunu doyurmakta ve eğitmekte zorlanan aileler; işyerini aydınlatmakta, kirasını ödemekte zorlanan esnaf; üretimini sürdürebilmek için gereken girdileri almakta zorlanan tarım ve sanayiciler. Hiçbir hukuki dayanağı olmadan işinden, aşından yoksun, açlığa mahkum edilmiş KHK’lılar, bilim özgürlüğü olmayan akademisyenler, basın özgürlüğü olmayan medya, onyılların karşılığı olan aylıklarıyla yaşamakta zorlanan emekliler, sahipsiz, sigortasız, örgütsüz emekçiler, işsizler, geçimini ve geleceğini yurt dışında aramaya itilmiş nice eğitimli insan…

Türkiye’nin 150 yıldan bu yana anayasal devlet, 100 yıldan bu yana cumhuriyet ve 75 yıldan beri çok partili demokrasi mücadelesi sonunda geldiği yer, bütün bu mücadeleye, bu uğurda ödenen bedellere haksızlık; kabul edilebilir değil.  2004’te Avrupa Birliğine tam üyelik umutları taşıyan bir ülkenin, 2014’den bu yana adım adım Asyatik - despotik yönetimlerin taklitçisi konumuna sürüklenmesi millete karşı haksızlık ve tarihe saygısızlık.  

Bütün bu gelinen noktada, iktidarların fütursuzluğu ve arsızlığı kadar, muhalefetin öngörüsüzlüğünün ve cesaretsizliğinin de katkısı var. Şimdi ülkeyi bu keşmekeşten çekip çıkarmak görevi onlara düşüyor. Çünkü, demokrasilerde iktidarları muhalefet değiştirir. 

1960’dan beri, halkın güvenini kazanmak için zahmete girmek yerine, bu görevi ‘durumdan vazife çıkaran’ birtakım çevrelere bırakanların hatalarının bedelini ödeye geliyoruz. Yeterince ibret alacağımız dersi yaşadık.

Şimdi, tam da bu eşikte, demokrasiyi savunan muhalefetin, bireysel ve partisel kaygılara düşmeden, özenli ve özverili adımlar atması gerekiyor.
Sorun, bu çarpık sistemsizlikte kimin nereye geleceği değil, bu çarpıklığın nasıl ve hangi kurum ve kurallarla giderilebileceği ve akla, ahlaka, adalete uygun yeni bir sistemin nasıl kurulacağını anlayıp anlatmakta.
Bütün mesele anlatacak olanların sorunu ve çözümleri yeterince anlamış, inanmış, içselleştirmiş olmasında. Çünkü anlamayan anlatamaz, inanmayan inandıramaz.










Bu yazı 903 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum