Ertuğrul Günay
HDP’nin eski eş genel başkanlarından Selahattin Demirtaş beş yıldan bu yana tutuklu; halen ailesinin ulaşımına en uzak bir yurt köşesinde, Edirne Tutukevinde -sona ermek bilmeyen- yargılamaların sonucunu bekliyor. Hem sayın Demirtaş’ın avukatları, hem dosyasını inceleyen -aralarında bilim insanlarının da bulunduğu- tarafsız hukukçular, tutukluluğunun haksız olduğunu ve cezaya dönüştüğünü savunuyor. AYM ve AİHM’nin kararları da bu savunmayı destekliyor.
Selahattin Demirtaş, 2014 ve 2018 seçimlerinde iki kez cumhurbaşkanlığına aday oldu ve her iki seçimde de azımsanmayacak bir halk desteği (%9.7 ve %8.5) kazandı. Üstelik ikinci seçim kampanyası boyunca mahpustaydı. Önceki yıllarda milletvekilliği de yapmış bulunan sayın Demirtaş, -tutukluluğu sürüyor olsa da- Türkiye’de demokratik siyasetin önemli aktörlerinden biri haline gelmiş görünüyor.
Öte yandan, iktidar partisi genel başkanının, Demirtaş’ın “asıl büyük hesabı vereceğini” söylediği kişi ise İmralı Cezaevinde terör suçundan hükümlü bulunan Abdullah Öcalan.
Öcalan, PKK örgütünün kurucusu. PKK, 12 Eylül ortamında -darbecilerin yanlışlarından da beslenerek- ortaya çıkmış, şiddeti siyasi yöntem olarak benimseyen ve kullanan bir suç örgütü.
PKK’nın bu niteliği sadece Türkiye’nin değil, ABD dahil dünyada birçok devletin kayıtlarına geçmiş bulunuyor. (Yalnız, bazı milliyetçi çevrelerin şu sıra pek yakınlık duyduğu Rusya’da resmi bürosu var ve serbestçe faaliyet yapıyor). İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi uluslararası saygın kuruluşlar, PKK’nın güvenlik güçleri yanında -aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu- çok sayıda sivili öldürdüğünü kabul ediyor.
Abdullah Öcalan, 1999 yılında uluslararası bir operasyonla yakalanarak Türkiye’ye getirildi ve aynı yıl yapılan yargılaması sonucunda idama mahkum edildi. DSP/ANAP/MHP koalisyonu döneminde, Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde cezası ‘ağırlaştırılmış müebbet hapse’ dönüştürüldü. İmralı’da cezasını çekiyor.
Şimdi, “Edirne’deki, asıl büyük hesabı İmralı’dakine verecek” ne demek?
‘Edirne’deki’, henüz hakkındaki iddialar kesinleşmemiş, suçluluğu kanıtlanmamış bir insan. Ceza hukukumuzda da geçerli evrensel bir hukuk kuralı olan ‘masumiyet karinesi’ (presumption of innocence) uyarınca masum. Milletvekilliği, parti genel başkanlığı yapmış, iki kez cumhurbaşkanlığına aday olmuş ve halen aday olmasında sakınca olmayan bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı.
‘İmralı’daki’, bir terör hükümlüsü. Asker sivil, kadın çocuk binlerce ölümden sorumlu tutulan PKK’nın elebaşısı.
‘Edirne’deki’, beş yıldan bu yana, anayasaya göre yargı yetkisine sahip tek mercinin, mahkemelerin önünde hesap veriyor. Bir de, üstelik ‘asıl büyük’ hesabı, İmralı’da mahkum terör örgütü elebaşısına verecek, ne demek?
Bu sözü başka bir siyasi parti başkanı, sözcüsü yahut sıradan bir parti yetkilisi söyleseydi, ülkede nasıl bir kıyamet koparılacağını sanırım herkes tahmin edebilir. Bunu söyleyenin ne Öcalan’la, PKK’yla işbirliği yaptığı kalırdı; ne teröristleri arkasına alarak başkalarına korku salmaya çalıştığı… Söyleyen parti başkanı ise düşürülmeye, partisi kapatılmaya, milletvekili ise ‘Apo’nun adamı’ olmakla suçlanarak dokunulmazlığı kaldırılmaya kalkışılmaz mıydı?
Muhalefet, Erdoğan’ın sözlerini eleştirmekle birlikte bence vahameti yeterince vurgulamadı.
Oysa durum, sıradan ve haddini aşmış bir siyasi açıklamadan çok vahim. Çünkü sayın Erdoğan, sadece bir siyasi partinin genel başkanı değil. Konumunu ve anayasa gereğince ettiği yemini yeterince içselleştirmiş görünmese de, aynı zamanda Cumhurbaşkanı.
Cumhurbaşkanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yurttaşının, kesinleşmiş cezasını çekmekte olan bir terör hükümlüsüne hesap vereceğini söyler mi, nasıl söyler?
Türkiye, terör mahkumlarının yurttaşlara, siyaset adamlarına hesap sormaya kalkabileceği bir dağ başı mıdır? Bir mahkumun bir masuma böyle bir hıncı, hesabı, öfkesi varsa, onun bu hesaplaşma hevesine ulaklık yapmak nedir; kime düşer?
İnsan bu sözlerin amacı aşan bir tür “sürç-ü lisan” olduğunu, kastın iyi ifade edilemediğini düşünmek istiyor. Ama bu kolay değil.
İstanbul’da 2019 Haziran’ında seçim yenilenirken, bütün kural ve ’sözde’ yasaklar hiçe sayılarak İmralı’dan iktidar lehine mesaj getirildiğini herkes biliyor.
Yine bu seçimde Abdullah Öcalan’ın kardeşi, kırmızı bültenle aranan Osman Öcalan TRT ekranlarına çıkarılarak iktidar lehine propoganda için kullanılmaya çalışıldı.
Bütün bu hamlelerin sonuçsuz kalmasında Demirtaş’ın tutumunun etkisi de biliniyor.
(Bu arada, Osman Öcalan’ı TRT’ye çıkarmayı akıl edenlerin de, sonra onun kırmızı bültenle arandığını bilmediğini söyleyen devlet büyüklerinin sözlerini de, bir kara mizah örneği olarak buraya not edelim).
Birkaç yıl geriye gidilirse, 2015’de genel seçimlerin yenilenmesi kararının verildiği, Haziran’dan Kasım’a uzanan günlerde yaşanan terör olaylarının ve PKK’nın hendek eylemlerinin kimin işine yaradığı, hanesine yazıldığı da ortada.
Bütün bunlar üst üste konulunca, kimlerin Demirtaş’a öfke duyduğu, duyabileceği açık. Demirtaş, 40 yıldır şiddeti yöntem sayarak siyaset yapanların yapamadığını başardı. Sadece Kürt kamuoyunda değil, Türk ve Kürt bütün Türkiye kamuoyunda ilgi ve sempati yarattı. Siyasetin şiddete sıkışıp kalmadan, demokratik yol ve yöntemlerle derdini anlatabileceğine, kitleselleşebileceğine inandı, çoklarını da inandırdı.
Şiddeten medet umanların ondan hoşlanmaması doğal. Kıskançlık, bireysel iddia ve yarışma siyasetin doğasında var. O nedenle, eskimiş yöntemleriyle hala ayakta kalmaya çalışanların, bu yöntemleri boşa çıkaranlardan hesap sorma hevesleri taşıması da doğal.
Doğal olmayan, bu eski çağ kalıntılarının mesajlarını Erdoğan eliyle ulaştırmayı başarabilmesi.
Kamuoyunda uzunca bir süredir Demirtaş’ın uzun tutukluluğu sorgulanıyor. Tutuklama hukukta bir ceza değil, bir önlem (tedbir). Delillerin yol edilmesi yahut sanığın kaçma tehlikesi varsa başvurulabilecek bir yöntem. Aksi halde kural yargılamanın tutuksuz yapılması. Selahattin Demirtaş’ın uzun tutukluluğu bu açılardan hukuka aykırı.
Öte yandan serbest kalmasını öngören AYM ve AİHM kararları da var.
Tıpkı Osman Kavala ve başka birçokları gibi.
Önümüzdeki günlerde Demirtaş’ın tutukluluğu sürerse, artık bunun hukuka uygun bir yargı kararı olduğuna kimsenin inanmayacağı bir yana, üstelik hukuka, -siyasi iktidardan başka- kimlerin gölgesinin düştüğü de sorgulanacak ki, bunun cevabı tarihte yer alacak kadar önemli.
YORUMLAR