İktidarın fiili yasaklarını içselleştirmiş, bu sınırlar içinde davranan muhalefet, bir iktidar seçeneği değil, sadece iktidarların görünür meşruiyetine katkı yapan bir demokrasi dekorudur.
24 Haziran'dan bu yana 40 günden fazla oldu.
Bu sürede seçim sonuçları üstüne sadece bir yazı yazdım:
"24 Haziran üzerine, artıgerçek, 1 temmuz 2018"
Aslında bu yazı, seçim sürecini ve sonuçlarını kapsamlı değerlendirmeyi amaçlayan bir dizi yazının ilki niteliğindeydi. Bekledim ki, siyasi partiler aldıkları sonuçlar üzerinde geniş çerçeveli değerlendirmeler yapar, bu değerlendirmelerin özetini kamuoyu ile paylaşır, biz de bu paylaşımlara ilişkin görüşlerimizi yazarız.
Öyle olmadı; 24 Haziran'da ortaya ülke için olduğu kadar, hemen hiçbir parti için de parlak, başarılı bir sonuç çıkmadığı halde, bu sonuçları görmezden geldiler. Kendileri hakkında gerçekçi irdelemeler yapmak yerine, karşıtları hakkında polemiklerini sürdürmeyi tercih ettiler. Siyasetin bilinen kısır, sonuçsuz, çıkmaz yolunda devam ettiler.
Bu tercih iktidar açısından bir bakıma doğal; çünkü AKP % 8 civarında ciddi bir oy kaybı yaşamasına karşın, CB seçimini kazanmayı ve Meclis çoğunluğunu -MHP desteği ile de olsa- elde etmeyi başardı.
AKP Genel Başkanı sn Erdoğan, bu oy kaybının farkında olduklarını ve bu kaybı telafi etmeyi önemsediklerini söyledi. 15 yıllık iktidarın sonunda -yakın geçmişte ağır ithamlarına maruz kaldığı- MHP oylarına muhtaç duruma gelmiş olmasını kamuoyu önünde tartışmaya kapattı.
Ancak, MHP desteğinin, AKP'nin daha önce örneklerini bolca yaşadığımız politik esneklikleri açısından nasıl bir sınırlama ve daha da ötesi kuşatma olduğunun sanırım en başta sn Erdoğan farkında.
O nedenle bu ittifakın iç ilişkilerini dikkatle takip etmek önümüzdeki dönem açısından özel bir önem taşıyor.
Muhalefet mi var?Öte yandan, 24 Haziran sonrası iktidardan daha vahim durumda olan muhalefetin durumu ve tutumu. Aslında ülkede iktidarın tam karşısında, radikal bir muhalefetin olup olmadığı da tartışmalı.
İktidarın karşı karşıya kaldığı temel açmazlarda, sonuç olarak iktidarın dilini, tezlerini ve politikalarını benimseyen, onun çizdiği zihin kalıplarını ve sınırlarını zorlayamayan bir muhalefet, gerçek bir muhalefet sayılamaz. İktidarın zihni ve fiili yasaklarını içselleştirmiş, bu sınırlar içinde davranan muhalefet, gerçek bir iktidar alternatifi değil, sadece iktidarların zahiri meşruiyetine katkı yapan bir demokrasi dekorudur. Rejim değişti24 Haziran'dan bu yana rejim CB Kararnameleriyle yeniden biçimleniyor. Selçuklu ve Osmanlı'dan bu yana, mutlakiyet, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinde -veziriazam, sadrazam, başvekil, başbakan sıfatlarıyla- var olan, icra yetkisiyle görevli ve sorumlu bir makam, devlet sistemi içinde yok edildi. Meclis'e karşı sorumlu ve tüzel kişilik olarak varlığı ve yetkisi olan bir Bakanlar Kurulu, bu anlamda bir Hükümet de yok (Bakınız: 16 Nisan Anayasa Değişiklikleri, Meclis Bülteni, TBMM Yayını).
Sayısı -nedendir bilinmez- 600'e çıkarılmış Meclis, 1920'den bu yana en etkisiz ve işlevsiz konumda.
Bu değişikliklerin ülkeyi sürüklediği iç ve dış siyasal, toplumsal, ekonomik tablo ortada. 20. yüzyılın ortasından bu yana ekonomi ve güvenlik alanlarında en yakın işbirliği yaptığımız bir müttefikle geldiğimiz durum, sınır komşumuzdaki kirli iç savaşın dünyanın ve ülkemizin başına açtığı sorunlar, üretmeyen ekonomi, tedirgin ve yatırımdan sakınan sermaye, ithalat bağımlılığı, üretmeden tüketme kolaycılığı, medya, akademi, adalet ve eğitim kalitesindeki irtifa kaybı, ne zaman sona ereceği bilinmez bir fırtınada sürüklenişe benziyor.
Muhalefet kendisini boğuyorBu ortamda muhalefet partileri, yeni AY değişikliklerinin ülkeyi getirdiği bu yönetilemez yapı ve yarattığı sorunlarla boğuşmak yerine, kendi iç sorunlarında boğulmuş görünüyor. (HDP'yi burada ayrı bir yazı konusu yapmak ve onun sorunlarını ve -PKK'yı ve Öcalan'ı aşamamaktan kaynaklanan- sınırlarını ayrıca irdelemek gerekiyor).
Ana muhalefet partisi, -yeni dönemde yürütme erki Meclis'ten çıkmadığı için artık böyle bir sıfatı da kalmayacak olan- CHP'de muhalifler, 24 Haziran'ın hemen ardından imza toplayarak parti yönetimini değiştirmeye kalktı. Oysa, böyle bir kampanya yerine ülke düzeyinde, farklı toplum kesimlerini de içine katan değerlendirme toplantıları yaparak yeni bir sinerji yaratabilir ve belki yaklaşan yerel seçimlerde göreceli de olsa bir başarı umudu doğmasına katkı yapabilirlerdi.
CHP geleneği...Ancak, olağan aklın gösterdiği bu yola karşın CHP'de yaşananlara çok da şaşırmamak gerekiyor. Her başarılı ve başarısız sonuçtan sonra CHP, başarıyı sürekli kılmak yahut başarısızlığı ortadan kaldırmak için ortak aklı seferber etmek yerine, taraflılığın hırs ve öfkesini çoğaltmaktan başka işe yaramayan olağanüstü kurultaylar toplamayı gelenek edinmiştir.
Bu alanda çarpıcı bir örnek 1989-91 sürecinde yaşananlardır:
1989 Yerel Seçimlerinde SHP -12 Eylül yasakları yüzünden o zaman CHP adı kullanılamıyordu- birinci parti oldu; Diyarbakır'dan Edirne'ye hemen bütün büyük iller -Antalya hariç- kazanılmıştı. Beklenen, 1991 genel seçiminde SHP'nin birinci parti ve iktidar olması ve Genel Başkanın da Başbakan olmasıydı.
Bu ortamda sn Baykal -ve hizibi- Genel Başkan olmak hırsıyla çeşitli sorun ve nedenler yaratarak partinin üç kurultay yapmasına yol açtılar.
Bütün bu kurultay kavga ve tartışmalarının yarattığı yıpranma sonucunda da SHP, 1991'de birinci değil, üçüncü ve sn Demirel Başbakanlığında kurulan koalisyonun küçük ortaklığına razı oldu.
Şimdi de, artık Başbakanlık kalmadığına göre, herhalde kazanılacağı garanti sayılan bazı belediye başkanlıkları için acil bir parti içi iktidar değişikliği kavgası veriliyor; en azından dışarıdan öyle görünüyor.
Siyasette dışardan görünen son derece önemli ve sonuç açısından çok etkileyicidir.
Tabii, ders almayanlar için, 1991'e benzer bir tehlike de ufukta bekliyor.
Hakkın teslimiBurada, CHP geleneği içinde farklılık ve özellik taşıyan bir noktanın da altını çizmek, tarih önünde bir hakkın teslimi açısından önem taşıyor.
CHP'de, Genel Merkezlerin, özellikle de genel başkanların muhalifleri,
İsmet Paşa döneminden -hatta daha öncesinden- başlayarak bir biçimde tasfiye edildiler. CHP'nin efsanevi genel sekreterleri Kasım Gülek ve Ecevit'e genel başkanlık yolunu açan Kamil Kırıkoğlu bu vefasız tasfiyenin çarpıcı örnekleridir. (Konuyu kişiselleştirmekten sakınarak örnekleri bununla sınırlıyorum).
24 Haziran'a giden süreçte, ilk defa bu gelenekten farklı bir olay yaşandı. CHP Genel Başkanı, iki kez karşısında aday olan rakibini, çok önemli bir siyasal makama, CB'lığına aday göstererek onurlandırdı. Oysa yakın geçmişte -Baykal döneminde- genel başkanlığa aday olanlar partiden ihraç edilerek cezalandırılıyordu.
Şimdi bu istisnai örnek davranış, partide yeni buluşma ve ortak akıl konusunda yeni uzlaşmaların yolunu açması gerekirken, eski alışkanlıkların tekrar ve daha acımasız biçimde gündeme gelmesi, sadece CHP için değil, ülke demokrasisi açısından da umut kırıcı oldu.
'İyi' demekle iyi olmuyor!Öte yandan, Türkiye siyasetinde 2011'den sonraki tüm seçimlerde eksikliği duyulan liberal / demokrat / muhafazakar, alışılmış tanımıyla 'merkez sağ' partinin boşluğunu dolduracağı umulan İYİ Partinin serencamı da tam bir hayal kırıklığına dönüştü.
Merkez sağ, Türkiye'de muhafazakar toplum kesimlerinin duyarlılıklarına akılcı yaklaşımlarla saygı göstermiş, ama ülkeyi modern dünyanın gelişmesiyle de uyumlu bir rotada tutmayı başarmış, bir anlamda demokrasinin sigortası işlevini taşımış bir siyasi geleneğin adıdır.
İyi Parti, bu geleneğin 1950'den 2000'e süregelen DP/AP/ANAP/DYP çizgisindeki boşluğu doldurmak yerine, onların tam karşısında bir partinin, MHP'nin muhaliflerinin kurduğu bir yapı olarak ortaya çıktı. Bu tür, içinden çıktıkları yapının türevi görüntüsü taşıyan partilerin, AP'den kopan DP (Demokratik Parti), CHP'den kopan GP/CP/CGP örneklerinde olduğu gibi, başarılı olamayacağı, biraz yakın tarih bilenler için sürpriz değildir.
Siyasetin ihtiyacı, MHP'de yönetim olamadığı için onun alanında ortaya çıkan ve onunla yarışan bir parti değil, gerçekten yeni bir parti idi; olmadı.
Seçimden bu yana yaşananlar da bu partide, asıl ihtiyacı görmek konusunda yeni arayışların olduğu, olacağı konusunda umut vermiyor.
Yaşananlar, tarihin engin deneyim ve birikimi içinden süzülüp gelen bir atalar sözünün gerçekliğini bir kez daha göz önüne serdi: "Kem aletle kemalat olmuyor."
Siyasetin birinci aleti/aracı elbette siyasi partiler; ancak var olan siyasal partilerin, cenderesinden çıkamadıkları eski alışkanlıkları ve sözde karşı oldukları yapının söylem ve yöntemlerini öykünerek bir şeyi değiştiremedikleri, değiştiremeyecekleri de, yaşadıkça görülüyor. Geldiğimiz yer eski/ eskimiş siyasetin ve siyaseti mesleğe döndürmüş anlayışların -ister iktidarda, ister muhalefetse olsunlar- iflası, sonudur.
Belki de bu sürecin, bütün bu olumsuzlukların, kötülük ve karanlıkların, musibetin içinde yarattığı olumlu sonuç, hayr'a vesile olacak nasihat de budur: Yeni dünyalar kurmak için eski taşlara değil, yeni fikirlere ihtiyaç olduğu gerçeğiyle yüzleşmemizdir.
Ve Celaleddin Rumi'nin dediği gibi:
"Dünle beraber geçti, ne varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemenin vaktidir."
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız…
YORUMLAR