Ertuğrul Günay
27 Mayıs, Türkiye demokrasisinin çocukluk çağında erginleşmesini, kendi sorunlarını kendi içinde çözmesini engelleyen talihsiz bir müdahale oldu.
Türkiye, çok partili sisteme 1946 yılında geçti. 1923’de kurulan cumhuriyet, bir çeyrek asır boyunca otoriter-modernleşmeci bir ‘tek parti’ yönetimiydi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin -Sovyet blokuna itilme tehlikesi karşısında- haklı ve akılcı olarak yaptığı Batı Demokrasisi tercihi, tek parti yönetimine son vermeyi gerektiriyordu.
1946’da başlayan yeni süreçte kurulan Demokrat Parti (DP), hemen 1950 seçiminde iktidar olmayı başardı. Genel Başkan Celal Bayar (Atatürk’ün son başbakanıydı) cumhurbaşkanı seçildi ve ilkeli bir tutumla genel başkanlıktan ayrıldı. Yeni genel başkan Adnan Menderes başbakan oldu.
DP’nin kurucu kadroları Tek Parti içinde uzun yıllar görev yapmış, bilgi ve deneyimlerini CHP’de kazanmış siyasetçilerdi. Kuruculardan Celal Bayar ve Refik Koraltan 1920’den, Adnan Menderes 1931’den ve Fuat Köprülü 1935’den itibaren CHP milletvekiliydi. İktidar hayal ve ufuklarının belirlenmesinde CHP deneyimi önemli ölçüde belirleyici olmuştu.
1946’dan 1950’ye giden süreçte İsmet Paşa (İnönü) ve Celal Bayar’ın deneyimlerinin, kriz çözücü, yapıcı yaklaşımlarının katkısı inkar edilemez. İsmet Paşa, 1946 sonrasında muhalefet partilerinin hukukunu koruyan ve 1950’ye esenlikle varılmasını sağlamayı amaçlayan önemli bir rol üstlenmişti. Üstlendiği tarihi rolün gereğini eksiksiz yerine getirdi. Bayar da bu süreçte, partisi içindeki radikallerin eleştiri ve istifalarına karşın, dengeli bir muhalefet çizgisiyle sonuca etkili oldu.
Ancak CHP yönetimi, çok partili sisteme geçerken, iktidarın ellerinden bu kadar çabuk gideceğini hesap edememekten olsa gerek, yeni sistemin gereksinmelerine dönük hiçbir düzenleme yapmadı. Seçim sistemi çoğunluk esasına dayalıydı ve adaletli temsile imkan vermiyordu. Öte yandan 1924 Anayasası, parlamenter demokrasiye açık olmakla birlikte, demokrasinin vazgeçilmez ilkesi olan “kuvvetler ayrılığı” konusunda güvence oluşturacak hiçbir güvence içermiyordu.
Demokrat Parti, tek parti yönetimine olanak yaratan bu seçim sistemi ve bu anayasayla iktidar oldu; -sistemin sonucu olarak- aldığı oydan çok daha fazla güçle Meclis’e girdi. 1954’e kadar yeni iktidar, muhalefette iken verdiği sözlerin doğrultusunda olumlu adımlar attı. 1951’de çıkan Af Yasasıyla, 1938’den beri hapiste olan Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı gibi tanınmış aydınlar özgürlüğe kavuştu. Oldukça özgürlükçü yeni bir basın yasası yapıldı. ABD’den gelen yardımların da etkisiyle ülke düzeyinde göreceli bir gelişme, refah ortamı oluştu.
Ancak, 1954’de oylarının artmasıyla Meclis’te neredeyse tek parti çoğunluğu oluştu. DP %55 oyla 500, CHP %40 oyla 30, Millet Partisi de %5 oyla 5 milletvekili kazanabilmişti. Artan oy oranı ve milletvekili sayısı, DP’yi daha hoşgörülü ve kucaklayıcı yapmak yerine, daha katı ve otoriter bir parti olmaya itmiş görünüyordu. Millet Partisi’nin kazandığı tek il olan Kırşehir cezalandırıldı, il olmaktan çıkarıldı, ilçe yapıldı.
DP yöneticileri, özellikle Menderes, bu büyük Meclis çoğunluğunun, seçim sisteminin haksız armağanı olduğunu biliyor; 5-10 puanlık oy değişikliğinin durumu tam tersine çevirebileceğini görüyordu. Otoriterleşme, her şeye egemen olma, tek parti dönemine özenme arayışları böyle başladı.
Partinin kuruluş ilke ve değerlerinden sapması içeride önemli itiraz ve eleştirlere yol açtı. 1955 sonunda, aralarında kurucular ve eski bakanların da bulunduğu önemli isimler, bir basın özgürlüğü tartışması sonucu -bir kısmı ihraç, bir kısmı istifa ile- partiden koptular; Hürriyet Partisi’ni kurdular. BU süreçte DP grubu da zaman zaman Menderes ve bakanları hırpalıyor, ağır eleştirlere maruz bırakıyordu. Bir keresinde Menderes, hükümetin bütününü grubun önüne atarak kendisini ancak kurtarabildi.
Bu ortamda, muhalefetin güç birliği arayışlarını akamete uğratan ve her türlü dayanışmasını olanaksız kılan baskın seçim kararıyla erken seçime gidildi, (1957).
Meclis çoğunluğuna, devletin partizanlığına, radyoda iktidar tekelciliğine ve basındaki sansürlere karşın, muhalefetin (CHP-HP-MP) oy toplamı ilk kez Demokrat Partiyi geçti. Muhalefet liderlerinden Osman Bölükbaşı seçime hapishanede girmişti; CHP genel sekreteri Kasım Gülek Anadolu gezilerinde sık sık savcılığa ve karakola gidiyordu. Bu ortamda muhalefetin artan oyuna karşın, seçim sisteminin yardımıyla DP yine tek başına iktidar oldu.
Ancak Menderes’in kazandığı bu seçim, bu kez tam anlamıyla bir Pirüs zaferiydi. DP ileri gelenleri, yeniden kazandıkları seçimin özgüveniyle ortamı yatıştırmak yerine, gerginliği sürdürmeyi seçti. Basında sansür ve gazeteci cezalandırmalar sürüyor; Vatan Cephesi adı altında vatandaş iktidar saflarına katılmaya zorlanıyordu.
Meclis’te Tahkikat Komisyonu adıyla bir siyasi kurul, önemli bazı DP’lilerin ve Ord.Prof. Ali Fuat Başgil gibi -DP yanlısı bilinen- hukuk bilginlerinin uyarılarına karşın olağanüstü yetkilerle muhalefeti tazyik ve tehdit ediyordu. Doğrusu, bütün bu baskıcı yöntemler karşısında muhalefetin yıldığı, geri adım attığı da söylenemez. Tam tersine, muhalefet de, ortamı gerecek söz ve davranışlarda iktidardan pek geri kalmıyordu.
Bütün bu akıl tutulması içinde ülke, 27 Mayıs 1960 sabahı bir askeri darbe ile karşılaştı. Üsteğmenden orgenerale kadar çeşitli rütbelerdeki 38 subay, başlarına -kısa bir süre önce bir uyarı mektubu yazarak istifa etmiş bulunan- eski Kara Kuvvetleri Komutanı bir orgenerali geçirerek yönetime el koydu. Meclis tatil, iktidar milletvekilleri hapis edildi. Yassıada’da kurulan olağanüstü mahkemelerinde ağır ve haksız kararlar verildi. Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan ile Başbakan Menderes asılarak cezalandırıldı. Büyük olasılıkla aynı akıbete uğrayacak olan İçişleri Bakanı intihar etmişti. Başta Celal Bayar olmak üzere çok sayıda DP milletvekili ağır cazalarla mahkum edildiler. Üç seçim kazanmış, milyonlarca taraftarı olan bir siyasi parti, DP temelli kapatıldı.
27 Mayıs 1960, çok partili sistemde deneyimi ve birikimi olmayan genç bir demokrasiye çocukluk çağında ağır bir darbe etkisi yaptı. Üç önemli devlet adamını, ancak siyaseten tartışılabilecek iş ve işlemleri yüzünden idam etmekle, toplum vicdanında onulmaz yaralar açtı, Türkiye demokrasisinde, bedelini ilerideki yıllarda başka masumların ödeyeceği bir kan davası yarattı.
Çok partili sistemde ilk iktidar değişikliğinin onuncu yılında yaşanan travma, Türkiye demokrasisinin erginleşmesini, kendi sorunlarını kendi içinde çözebilmesini engelledi. 1970 ve 1980 müdahale ve darbelerinin yolunu açtı.
Buna karşılık bazı çevrelerde, 27 Mayıs’ı sonraki darbelerden ayrı tutan bir eğilim var.
Bu çevrelerde, 27 Mayıs’a DP iktidarının tutumunun yol açtığı, darbeyi neredeyse zorunlu kıldığı savunuluyor. Bu savunma kuşkusuz kabul edilemez. DP iktidarının sistemi tıkayan, konumunu perçinlemek için hukuku ve iç güvenliği zorlayan bir takım arayışlara girdiği biliniyor. Ancak, 1957’de erken seçime giden iktidarın, bu güçlükler karşısısında yine seçime gitmekten başka yapabileceği şey de yoktu. Nitekim, Menderes’in haziran başında seçim tarihine ilişkin açıklamalar yapacağına ilişkin önemli bilgiler var.
Bu açıdan, “seçim ilan edilseydi darbe olmazdı” demek çok doğru görünmüyor, bu iddia kesinlik taşımıyor. Çünkü Silahlı Kuvvetler içinde çok eski tarihlerden beri bazı cuntaların oluştuğu, sonraki yıllarda - marifetmiş gibi- anılarda yazıldı, konuşuldu. Bu açıdan, bazı darbecilerin belki erken seçim ilanının önünü kesmeyi amaçladıkları bile düşünülebilir. Darbe komitesinde (MBK) bir grubun -Türkeş ve arkadaşlarının- derdi, demokrasinin yeniden işlemesi değildi; onlar bu gerginliği fırsat bilerek iktidara kalıcı biçimde el koymak niyetindeydiler. Nitekim, yeni anayasa ve seçimler, ancak onlar tasfiye edilip yurt dışına sürüldükten sonra, kısa süre içinde mümkün olabildi.
27 Mayıs’ı savunanların ikinci ve asıl gerekçesi ise 1961 Anayasasının yapılmış olması. 1961 Anayasası, barındırdığı bazı vesayetçi düzenleme ve geçici maddelere saklanan antidemokratik hükümlere rağmen, bizim anayasacılık serüvenimizin en ileri belgesi. Ama bu anayasanın 27 Mayıs darbesinden sonra yapılması, Türkiye için bir kazanım değil, bir kayıp oldu.
1961 Anayasası, darbeyi yapan cuntanın çantasında hazır getirdiği bir metin değil, 1957 seçimlerine giderken üç muhalefet partisinin savunageldiği düşünce ve önerilerden oluşan bir metindi. Eğer, 27 Mayıs’ta darbe yerine, 60’ın sonbaharında ya da 1961’de seçim olsaydı iktidar değişecek, -1957 seçimleri bu işareti vermişti-, anayasa bir darbenin değil, milletin ve milletin oyuyla seçilmiş Meclis’in eseri olacaktı. Üstelik o zaman bu anayasada, bir darbe sonrasının izlerini taşıyan bazı hükümler de bulunmayacaktı.
60 Yıl önce yaşananların öğrettiği şudur ki, iktidarlar her ne pahasına işbaşında kalmak için hukuku ve sistemi tıkamaya kalkmamalıdır. Eğer böyle yaparlarsa, bu durumda muhalefet de, ülkenin ve demokrasinin önünü açmak için sadece ve sadece milletin özgür iradesinden başka hiçbir güce itibar ve iltifat etmemelidir.
Not: 27 Mayıs’ın ve sonra 12 Eylül’ün DP/AP çizgisini kapatmasının büyük bir hata ve bu çizginin yeniden bir çatı altında toparlanmasının Türkiye demokrasisi için büyük bir ihtiyaç olduğunu -geçen hafta vaad ettiğim gibi- yazmaya devam edeceğim.
Not 2:
Bu makale yazarın görüşlerini yanyansıtır. Karadeniz Ekspres 'in yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.
YORUMLAR