Bir ay sonra yeni bir seçim daha yaşayacağız. Son beş yılda milletin bu 7. (yazı ile, yedinci) kez sandık başına gidişi olacak. 2014'te yerel seçim ve cumhurbaşkanı seçimi, 2015'de 7 Haziran ve 1 Kasım genel seçimleri, 2017'de anayasa referandumu, 2018'de genel seçim ve yine cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Her yıla birden fazla seçim düşüyor.
7 Haziran 2015 seçim sonuçları, iktidarla ana muhalefet arasında 'istikşafi' görüşmelerle ziyan edilip yeniden seçime gidilirken, iddia ülkeye istikrar getirmekti. Gerçekten, 1 Kasım'da seçim sonuçları ve Meclis tablosu değişti. 7 Haziran'ın koalisyon gerektiren yapısı yerine, AKP yeniden tek başına iktidar çoğunluğu elde etti. Hükümet oldu.
Ancak ertesi yıl ülke 'istikrar' yerine, -acımasız olduğu kadar aptalca diye de nitelenebilecek- kanlı ve karanlık bir 'ihtilal' girişimi ile yüz yüze geldi.
İktidar bloku içinde nedeni bilinmez çatlama ve hesaplaşmaların tetiklediği söylenen bu girişim, iktidarın gücünü sarsmak şöyle dursun, daha da pekiştirmesine yol açtı. Darbe teşebbüsünün ardından gelen süreç, sadece darbecilerin yargılandığı değil, genelde tüm muhalefetin bir tür büyük ve sürekli 'gözaltı' yaşadığı bir süreç oldu.
2017 Nisan'ında cumhurbaşkanının partili olmasına ve yürütmenin, -başbakanlığa ve bakanlar kurulunun tüzel kişiliğine son verilerek- tek kişinin elinde toplanmasına yol açan anayasa değişiklikleri halkoyuna sunuldu. MHP'nin ve YSK'nin katkılarıyla kabul edildiği açıklandı.
Anayasa değişiklikleri yapılırken yine ülkeye, daha hızlı işleyen yürütme ve daha işlevli çalışan yasama organları eliyle 'istikrar' geleceği iddia ediliyordu. 2014 Ağustos’unda seçilen Sayın Cumhurbaşkanı, anayasa oylamasının hemen sonrasında yeniden üye olduğu partisinin başına geçti.
Seçildiğinden itibaren fiilen uygulamadığı 'tarafsızlık' yükümlülüğünü, böylece hukuken de terk etmiş, 'Cumhur'un tarafsız başı olmak üstün konumunu, bir siyasal kesimin (partinin) başkanlığı için feda etmiş oldu.
16 Nisan 2017 Anayasa değişikliklerinin tümünün yeni genel seçim sonrasında yürürlüğe girmesi öngörülmüş olduğundan, milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimleri bir yıldan fazla öne alınarak birlikte yapıldı.
Üstelik 16 Nisan değişiklikleri yapılırken ülkenin 'koalisyonlardan kurtulacağı, yürütmenin güçlü ve istikrarlı olacağı' söylenmişken, daha seçime giderken iktidar, bazı küçük partilerle seçim ittifakları adı altında koalisyon yapmak zorunluğu duydu.
24 Haziran 2018 sonrası Türkiye, fiilen olduğu kadar hukuken de yeni bir yönetim biçimine geçti.
Osmanlı'dan, hatta Selçuklu'dan bu yana, bin yılı aşkın zamandır devletin icra kuvvetini temsil eden bir makam (Vezir-i Azam, Sadrazam, Başvekil, Başbakan) artık yok. 1876'dan bu yana, icra görevini taşıyan bir devlet organı (İcra Vekilleri Heyeti, Bakanlar Kurulu) tüzel kişilik (hükmi şahsiyet) sahibi değil.
Geçmişte başbakanın, bakanlar kurulunun görev ve yetkisine giren her şey, 24 Haziran 2018'den beri sadece bir kişinin yetki ve sorumluluğunda.
Üstelik bu olağanüstü yetkilere sahip kişi, aynı zamanda parti başkanı da olduğundan, tespit ve tayin ettiği TBMM üyeleri üzerinde de aynı ölçüde etkin ve belirleyici.
24 Haziran'dan bu yana, sekiz aydır ülke bu sistemle yönetilmeye çalışılıyor.
Bu yönetim sisteminin dokuzuncu ayının sonunda da ülke düzeyinde yerel seçime gidiyoruz.
Yerel seçim, adı üstünde, merkezi yönetimin değil, yerel yöneticilerin seçileceği, belki bazılarının değişeceği bir 'yerel' seçim.
Belediye başkanlarının yanı sıra çok sayıda belediye üyesi, büyükşehir olmayan yerlerde il genel meclisi üyeleri de seçileceğinden, ilgi biraz büyük ve yaygın olabiliyor. Ama sonuçta başbakan değişmeyecek sözün gelişi; memlekette zaten başbakan yok.
Ancak gariptir, iktidar sözcüleri bu seçimlere olağanüstü önem atfediyor. Ülkenin 'beka sorunu' olduğunu, o nedenle bu seçimlerin -her şeyin ötesinde- bu konuda bir karar niteliği taşıdığını, canhıraş anlatmaya çalışıyorlar.
Sadece anlatmaya da çalışmıyor, karşı partilere en ağır sözcüklerle hitap ediyor, ölçüsü kaçmış sataşma ve suçlamalarla, sanki seçime değil, savaşa gidiliyor görüntüsü yaratıyorlar.
Beka sorunundan söz etmek, bir 'varlık/yokluk' tartışmasından söz etmektir. Bir ülkenin beka sorunu var demek, ülke yok olma tehlikesi yaşıyor, demektir.
Siyaset uğruna Türkiye için böyle bir yakıştırmada bulunmak, bu ülkeye yapılan büyük bir haksızlık, dahası saygısızlıktır.
Komşu topraklarda Suriye, yedi yılı aşkın kirli ve kanlı bir iç savaş yaşıyor. İçeriden ve dışarıdan her türlü ihanet ve saldırılara karşın, büyük bedeller ödeyerek de olsa, ayakta durmayı başardı. Uluslararası platformlarda varlığını koruyor; varlığına kastedenleri de yakında ayağına getireceğe benziyor.
Suriye bile bu cangılın içinde varlığını korurken, İran bunca badireye rağmen bölgede sadece varlığını değil, etkinliğini artırmışken, Türkiye için bir seçim eşiğinde beka sorunundan söz etmek nasıl bir gaflettir?
Hele böyle bir kavramı, 15 yılı aşkın süredir ülkeyi tek başına yöneten bir siyasi anlayışın temsilcileri nasıl telaffuz eder? Kurulduğundan beri böyle bir sorunla karşılaşmamış olan bir ülke, 15 yıllık yönetimin sonunda böyle bir tehlikenin eşiğine gelmişse (Allah korusun!) bunun sorumluluğunun kime ait olacağını hiç düşünmezler mi?
Görünen o ki, Türkiye, son Anayasa değişiklikleriyle dayatılan sistemle yönetilemiyor. İç politikada, dış politikada, ekonomide, eğitimde, adalette, ahlakta gelinen yer ortada.
Türkiye'nin beka sorunu yok.
İktidarın görevlerinin başındayken sorgusuz sualsiz değiştirdiği belediye başkanlarının, bu kez sandıkta halkın oyuyla değişmesinin de beka sorunuyla ilgisi yok.
Bu seçim sonuçları belki, Türkiye'nin bu sistemle yönetilemeyeceğini yolunda bir işaret olabilir. O da ülkenin değil, dayatılan bu akla aykırı sistemin beka sorunudur.
Kimsenin kuşkusu olmasın ; 'Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır’. Onun yolunu kesmeye, çağın gerisine itmeye çalışanlar yok olup gidecektir.
YORUMLAR