Onlarca yıldır Japonya’dan Meksika’ya, (Türkiye de dahil) endüstriyel sistemin tüm çiftçilere önerdiği şey kimyasal gübre kullanmak. Ne de olsa gübre zehir değil ya. Onun için çiftçiler kendilerince etik değerlerine uyarlar, içleri rahattır.
Gidip bir çuval gübre alınır. Bunun adı tüm dünyada NPK gübresidir, genellikle 3 adet ana element, bazen de birkaç iz element içerir. Ana elementler N(azot), P(Fosfor), K(potasyum). Azot uçucu bir gazdır, yerinde durmaz, havaya karışır. Ama aldığımız gözenekli naylon çuvalın içinde nasıl gaz olabilir? Potasyum suya temas edince yanıcıdır, Fosfor havayla temas edince yanıcıdır. Ama, çuvalın içinde hep birlikte, öylece dururlar.
Çünkü azot, fosfor ve potasyum kararlı olarak bekleyebilsinler diye, tuz kristalleri ile karıştırılmış olarak üretilirler. Tuz kristalleri olarak genellikle tuz bileşikleri kullanılır, örneğin Cadmium tuzu. Tuz kristallerine bindirilen N, P, K bir arada dengeli ve katı halde tutulur.
Bu kristaller suda çözülebilir yapıdadır, bu sebeple, toprağa atılan gübre sulanıncaya kadar toprakta kuru halde durur, bir etkinlik göstermez. Tuz bileşikleri, sulama veya yağmur ile suda çözünür ve toprak altına inip köklere ulaşır. Fakat bitkinin kılcal kökleri tarafından alınamaz, çünkü köklerin alabileceği mineral yapısında değildir. Bu sebeple kazık kökler tarafından alınır. Kazık kökler yapıları gereğince hidrolik pompa gibi çalışırlar. Kökler; “-suyun içinde çok tuz var” demez, gelen suyu emer. Böylece gübreli ve bol tuzlu suyu içmesi için bitkiyi zorlamış oluruz.
Ama neyse ki zehir değil diye çiftinin içi rahattır. Çünkü sadece gübre verdik!
İşte burada dananın kuyruğu kopar!
Bitki, köklerinden emdiği tuzlu suyu dengelemek için daha fazla su emer. Biz nasıl tuzlu yediğimiz zaman susarız, aynen öyle. Bol su alması, görünüşte bitkiyi hızlı bir büyümeye teşvik eder, çiftçi de sevinir. Yapraklar canlanır, parlar, irileşir. Bitki, gübre sayesinde aşırı şişer… Bu aşamada kök işlevleri yavaşlar, daha fazla su çekmemek için. Topraktaki iz elementleri (eğer varsa) alamaz. Aşırı şişen ve sudan dolayı canlı görünen aynı cins bitkiler, etraftaki tüm böceklerin ilgisi çeker, ki, bu da mono kültürün diğer bir olumsuz sonucudur. Ördeklerin sulu yer araması ve suyu bulunca oraya koşmaları gibi, birçok böcek, er veya geç, bitkilerdeki suyu fark eder ve su kaynağından faydalanmak için bitkiye hücum eder. Böceklerin niyeti bitkiye zarar vermek değildir. Onlar bitkideki suya ulaşmak isterler. Bir de bakarsınız ki, bitkileriniz böcekler tarafından istila edilmiştir.
O kadar yatırım ve harcama yapıldı, bitkiler böceklere teslim edilecek değil ya, etikten birazcık uzaklaşmak o kadar da ayıp değil diye:), böcek ilacı püskürtülür. İlaç sadece bitki üzerindeki böcekleri öldürmez, yerçekimi ile toprağa işler. Karıncalar, solucanlar ve diğerleri ölmeye başlar. Sonra sırayla toprak yapısını düzenleyen ve aralarında simbiyotik ilişkiler olan mikroorganizmalar yok olur. Halbuki tüm bu canlılar toprakta hava delikleri açan, birbirlerine gıda zincirleri ile bağlı yaşam formlarıdır. Toprağı canlı yapan bunlardır. Toprak altındaki canlılığın öldüğünü çiftçi hemen fark etmez, çünkü bitkiler hala sağlıklı görünüyordur, ama topraktaki minik yardımcılarımız ölüp gitmiştir. Bir süre sonra yağmurlar başlar. Veya siz sulama yaparsınız. Suyla şişmiş bitkileriniz artık mantara çok hassas hale gelmiştir. Siz bu zamana kadar sentetik gübreye ve böcek ilacına çok harcama yaptığınız için mantar yüzünden ürününüzden olmak istemezsiniz değil mi? Hemen mantar ilacına başvurursunuz. Birkaç yıl bu döngüde ilaçlama yapılan toprakta, er veya geç, zamanla tüm mikrobiyolojik canlılık ölür. Toprağa işleyen mantar ilacı, topraktaki kalan diğer organik canlılığı da öldürür.
Sağlıklı toprağın her metrekaresinde birkaç kilometre mantar ağı bulunur. Bunlar, köklerin ulaşamadığı mesafelerden bitki köklerine besin getirmekten de sorumludur. Bitkiye besin getirerek karşılığında karbonhidrat (=şeker) alırlar. Topraktaki canlılığın ölmesi, bu alışverişi durdurur, böylece bitkiye besin taşıyan mantar kalmaz. Ayrıca, canlılığın yok olması, toprağın hava deliklerinin kapanmasına, toprakta su tutma kapasitesinin düşmesine ve sonunda toprağın sıkışmasına sebep olur. Toprakta gözenek azalınca, bitkiye verilen su veya yağmur suyu toprağa işlemez ve yüzeyden akar. Toprağımızı erozyonla kaybetmeye başlarız.
Toprak bu durumda, bizden ümidi kesip, kendi doğal çözümünü devreye sokar. Hepimizin nefret ettiği, “yabani ot” diye küçümsediğimiz bitkileri çıkarır ve bu bitkilerin kökleriyle, sıkışan toprağı gevşetmeye, toprağı yeniden canlandırmaya çalışır. Aslında insana verdiği mesaj şudur: “İçimdeki canlılığı öldürdün, ben yeniden otlar çıkararak, onların kökleri sayesinde toprağı gevşetmeye, hava ve su delikleri yaratmaya çalışıyorum”. Ama, insan bunu anlayamaz ve yabani otlar için ot ilacı kullanır. Toprak iyice zehirlenir.
Nasıl başladıydı? İyi niyetle, para kazanmak için monokültür tarım yapacaktık. Bir torba sentetik gübre aldık, işe koyulduk.
Temel yanlışlar: Toprağı değil bitkiyi beslemeye çalışmak, ilaç ve zehirle topraktaki mikrobiyolojiyi öldürmek, yani toprağı öldürmek. Bu yanlış devam edildiği sürece, kısırdöngüden kurtulunmaz, maliyeti yüksek, kalıntısı çok, lezzetsiz, sağlıksız ürünler yetiştirilir, her geçen sene toprak daha da öldürülür. Her geçen sene, daha fazla gübre, daha fazla böcek ve ot ilacı kullanmak zorunda kalınır. Maliyet gitgide artar, bu sürdürülebilir bir durum olmadığı için, sonunda tarla satılır, büyük şehire göçülür ve kapıcı olunur...
Hekim Alaattin Attar
(BU YAZI ALINTIDIR. ÖNEMİNE BİNAEN BURADA DA YAYINLANMIŞTIR)
YORUMLAR