Değerli Hemşehrilerim;
Nostalji, geçmişe yolculuk, anıları tazeleme, hatıralara gitme en basit şekli ile geçmişte olan güzelliklere özlem duygusu ve baskın bir şekilde bu duyguyu yaşama durumu “ geçmiş severlikte “ diyebiliriz. Nostalji, Fransızca kökenli bir kelime olup “değişime karşı duyulan korku sonucu geçmişe sığınma duygusu” olarak tarif edilebilir. Bu haftadaki yazımda küçük bir nostalji yaşamak ve yaşatmak istedim sizlere.
Karakoca’nın Ulubey Kırağını denilen mevkisinde iki odalı küçük bir evimiz vardı. Babamın dedesi yani büyük dedeme Ulubey ağzı ile yazıyorum; İsiiin Çavuşun Mehmet derledi. Dik, gururlu ve hatırı sayılır biriydi. Onunla yaşardık. Babam yurtdışında çalıştığı için ortaokul birinci sınıfa kadar hiç görmedim desem yeridir. Evimizin mutfak ve oturma odası aynı yerde idi. Oda içinde mutfak dolabı değil terek, lavabo değil musluk ayağı vardı. Isıtma sistemi ocak içinde gürül gürül yanan bir kuzine sobası idi. Tereğin tam karşısında uzun boydan boya tahtadan yapılmış çekyat ya da koltuk değil “set” diye tabir edilen üzerine sünger atılmış ahşap bir oturma grubu vardı ve biz aynı zamanda bu seti yatak olarak da kullanıyorduk.
Uzunca bir set olduğu için bir başında büyük dedem diğer tafta ise annem ve biz yatardık. Annem bir gece rahmetli kardeşim Levent ile bir gece ise benimle yatardı. Boşta kalan ayak ucunda yatardı. Sabah erkenden gürül gürül bir sıcaklığa ve tok tok diye çıkan dolgun bir sese uyanırdık. Ocaklıktaki kuzine yanmış, inek sağılmış, ahşap yayık, tavandan asılmış ve her salınışında çıkardığı sesle adeta bize günaydın derdi.
Kuzineye katkısız buğday unundan ekmek atılmış fırında sıcacık bizi beklerdi. Yayık sonu annem ayranın üstünden yağı alır; sıcak ekmeğin ortasını açar bizim hakkımızı koyardı. Off ki ne of… Ekmeğin kenarı kırılır, yağı bandırılır bandırılır yenilirdi. Orta kısımlarda yağ erir ve yağlanan kısmı yeme kavgası kardeşimle ne mükemmel olurdu.
Hey yavrum hey! Biz annesinin ördüğü süveter kazakların kollarını cep yapacak kadar büyük hayalleri olan, elinde yağlı ekmek ile oyun oynayacak kadar yetenekli çocuklardık. Akşama yayılmış ayrana mısır ekmeği doğramak ne lükstü. Hele pancar çorbası da kuzinede kaynıyorsa ziyafet var demekti. Şimdiki çocuklar hastanın ne kadar değerli olduğunu bilirler midir ki? Oysa biz biri hasta olsa da bakmaya gelenler bisküvi getirse diye bekleyen nesiliz. O bisküvileri çaya batırıp yeme zevki neyde vardı ki?
Bisküviler Hekimo Temel Ağabey’in dükkanından alınır ve genelde yazdırılırdı. Adamlık vardı, samimiyet vardı, sıcaklık vardı. Temel Ağabey kadirşinas Mahalle bakkalı idi. Güzel insandı. Adam gibi adamdı.
Kimse Ulubey’e gidiyorum demezdi mesela,günlerden Salı ise Salı’ya; diğere günler ise” Merkeze gidiyorum” denilirdi. Köylerde elektrik olmasına rağmen mahallelerde elektrik yoktu. Cumartesi günleri dört gözle beklenir televizyonu olan evlerde toplanılır Türk filimi izlenirdi. Bizim mevkide genelde rahmetli Temel Ağa’nın ve ya Celal Baba’mın evinde toplanılırdı. Televizyon akü ile çalıştırılır filimin en güzel yerinde akü biter Baki amcamın arabasının aküsü sökülür izlenmeye devam ederdi. Kadir Savun, Mubar Terziyan, Münir Özkul’la iyiliği, babalığı öğreniyor; Erol Taş’a Hüseyin Peyda’ya kızıyor; Cüneyt Arkın ile herkesi dövüyor; Kadir İnanır ve Türkan Şoray ile aşkı yaşıyor; Adile Naşit ile uyuyor; Kemal Sunal, Şener Şen Ayşen Gruda ile gülüyorduk. Barış Ağabey ile “ Adam Olucak Çocuklar” belirleniyordu.
Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay ile hüzünleniyor; Yıldıray Çınar, Nuri Sesigüzel ile keyifleniyorduk. Zeki Müren paşamız idi; sesi ile dinleniyorduk. Ama ben müthiş Ali Rıza Gündoğdu hayranı idim. Çünkü o Ulubeyli idi. He man, Super man de kimdi… Naim Süleymanoğlu ile dünya’yı kaldırıyor, Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor ile futbol’a doyuyorduk. Komşuluk vardı; herkes birbirine güvenir, çoluğunu çocuğunu gözü kapalı emanet ederdi. Eminlerin İsiin emmim gibi bir insanı tanıdım mesela adeta Kadir Savun un Karakoca temsilcisi idi. Mıdıko Selim Ağabey, Dursun Ali Aydın Ağabey, Çerkezlerin uşakları davetiye filan bilmezler iyi günde kötü günde hep en önde olurlar komşuluğun tadını iliklere kadar yaşatırlardı.
Hey gidi günler hey… Sevgiler duygular saf idi. Şimdi ki kadar kirli değildi. Sonra yurtdışından babam geldi. Babamla elektrik geldi. Kocaman altı odalı bir ev yaptık. Soğuktu bu ev. Televizyon almıştık. Bir yere gitmiyorduk artık. Yalnız zevk vermiyordu filim. Aaa bir de elektrikli yayık almıştık; artık yayık kurulmuyor; elektrikli yayık ile yapılıyordu yağ ve ayran… Ayranımıza ve yağımıza da elektrik bulaşmıştı. Hem zaten ekmek yapmaya da gerek yoktu. Toruno Hikmet Ağabey’nin ya da Salim Aktaş’ın fırınından pazar ekmeği geliyordu evlere. Mahalle boşalıyordu, göçler başlamıştı. Ufaktan bekle bizi İstanbul diyen gidiyordu. Temel Ağabey dükkanını kapatmıştı; artık süpermarketler vardı. Sonra Şoklar, Bimler, A101’ler çıkacak dostluğu ve sıcaklığı her köşe başında satın alıp hayatımızı soğukluğa iteceklerdi.
Velhasıl siyah beyaz ama mutlu kanaatkar günlerden renkli ama mutsuz soğuk ve doyumsuz günlere geldik. Mutluluk dahil her şeyi hızla tüketen insanlar olduk. Çocuklarımız bırakın mutlu olmayı, hüznü dahi beceremiyorlar. Çünkü biz tereyağına, çaya, ekmeğe elektrik kattık. Onları da teknolojiye yem ettik.
SAYGILARIMLA…
YORUMLAR