Otoriter sistemin tesis edilmesiyle siyasetin sonuna geldik. Kuşkusuz seçimler, otoriter sistemi besleyen unsur olarak devam edecektir. Seçim araçları olarak partiler de hep olacak, kapatılan veya seçimlerle tasfiye edilenlerin yerine yenileri kurulacaktır. Bu durumda siyaseti bir iş, meslek, etiket, protokol ve makam aracı görenler için politik cazibesini koruyacaktır. Kongreler, kurultaylar, propaganda ve seçim heyecanları, elbette ilgi duyanlar için var olmaya devam edecektir. İşlevsiz, etkisiz, yetkisiz siyaset kurumları varlığını sürdürecektir.
Ancak sorun çözecek, çözüm üretecek, sistem kuracak, yarışmacı-rekabetçi-değişimci-gelişmeci ve medeni olarak tanımlayabileceğimiz bir siyaseti otoriter sistemle noktaladık. Demokrasi iddiası taşıyan siyasetin zemini kurutuldu, üzerine beton dökülerek gömüldü.,! Sözün özü; Türkiye, artık bir üçüncü dünya ülkesidir..!
Demokratik siyaset tasarımı olanlar süreci çaresiz, dirençsiz, direnişsiz, tepkisiz sadece izlemekle yetindiler. Pragmatist siyaset tasarımı olanlar ise hayatlarını atadıklarını iddia ettikleri davalarını, geçmişlerini, kimliklerini, onurlarını yeni sistem için feda ederek, sisteme taraf/yandaş olma yarışına girdiler.
Anlaşılıyor ki, artık Türkiye’de siyaset, halka hizmet İçin kullanılan bir yol olmaktan tamamen çıkmış, arzu ve hırsına esir olmuş, ehliyet ve liyakatten uzak kişilerin güç-para-mevki ve sosyal statü için bir mücadele alanı olacaktır. Ulusçuluk, milliyetçilik, dincilik, ümmetçilik gibi otoriter ideolojiler açısından da bu durum, Türkiye’nin eksen değiştirmesi için bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. Altını çizerek ifade etmeliyim ki, özellikle tarih içinde oluşan Müslümanlık kültürü, bu değişimin itici gücü oldu.
Batı düşmanlığı, yerli ve milli iddiaları, biz bize yeteriz sloganları, meydan okuma, ötekileştirme, bölünme korkusu, beka tehlikesi gibi inandırıcılığı olmayan soyut, popülist söylemler, hamaset nutukları, suni gerilim ve gerginlikler ve militarist siyaset marifetiyle otoriter bir sistem kurulmuş durumdadır..!
Otoriter sistem, kaçınılmaz olarak radikal siyasetin yolunu açacak ve şiddete yeni meşruiyet alanları kazandıracaktır.! Bu gelişmeler olurken ne yazık ki, İktidar-muhalefet ayrışması demokrasi, hukuk-hak ve özgürlükler üzerinden değil, otoriter sistemi kimin yöneteceği ile ilgili olmuştur…! Muhalefet partileri kadar, otoriter siyasete yol veren bizim saplantılarımız, karmaşık inançlarımız, özgürlükten yoksun ruhumuz/ruhsuzluğumuz, çıkarcı, köleci kültürümüz ve en önemlisi de cehaletimizdir..!
Atatürkçülük-milliyetçili-ulusçuluk-muhafazakârlık-müslamanlık-islamcılık sentezi ve bu ideolojilerin toplumsal tabanının büyük desteği ile kurulmuş yeni düzende, Türkiye’nin, artık Platon’u haklı çıkaracak yeni gelişmelere açık hale geldiği söylenebilir:
“Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.”
Veya Aristoteles’in dediği gibi, "Demokrasi cahil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim şekline dönüşebilir.”
Mevcut sistemin, geleceğe ilişkin belirgin özelliği, yeni diktatörler çıkarmak, yoksulluk, sefalet ve cehaleti yaygınlaştırarak halkı devlete, devleti de küresel güçlere daha bağımlı hale getirmek, düşmanlaştırdığı kesimlere yönelik kanlı operasyonlar ve kitlesel zulmü artırmaktır. Karanlık bir gelecek tablosunu öngörmek hiç de zor değil…! Ne yazık ki beklentilerimiz; artık nereye savrulacağı öngörülmeyen hasta bir Türkiye’ye havale edilmiş durumdadır...!
Bu tablo karşısında çaresiz, eli bağlı kalmaya mahkûm muyuz? Hasta bir ülkeyi ölüme terk mi edeceğiz? Elbette HAYIR!
Jim Clifton: “Beklentiler her şeydir. Hasta olmaktan nefret edebilirsiniz. Fakat hasta olduğunuz zaman kısa sürede tedavi olacağınızı düşünüyorsanız hasta olmaktan daha az nefret edersiniz.”
Her şeye rağmen, geleceğe ilişkin karamsar ve kötümser olmamalıyız. Umutlarımızı canlı ve diri tutmalıyız. Sorumluluğu da, çözümü de kendimizde, kendi içimizde aramalıyız. Çünkü güvenliğimiz ve geleceğimiz otoriter sistemde, ceberut bir devlette değil, çoğulcu bir hukuk devletinde ve toplumsal barışımızın tesisindedir.! Bizim topraktan önce adalete, barışa ihtiyacımız vardır..!
Öyleyse, yeni bir SİYASET mümkün mü?
Her ne kadar “demokrasi” inşa etmiş bir “siyaset” ve “parti” geleneğimiz hiç olmadıysa da, yeni siyaset yine de mümkündür. Çok azda olsa bu imkân, öncelikle aydınların, entelektüellerin, siyaset adamlarının birikimlerinde mevcuttur. Sağduyu, sorumluluk bilinci, fedakârlık ve biraz da cesaret bu birikimi ortaya çıkarmak için yeterlidir. Karanlığı aydınlatmaya bir kıvılcım yeter…!
İnanıyorum ki, Sivil-Siyaset Girişimi, yeni siyaset için bir kıvılcım ve doğru bir zemin olacaktır…!
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR