Hz. Ebubekir’in seçilme yöntemi, Hz. Ömer’i atama yoluyla tayin etmesi ve Hz. Osman’ın yönetimde akraba ve yakınlarını tercih etmesi tarih boyunca referans olarak görüldüğü, farklı imparatorluk ve devletlerde aynı gerekçelerle tezahür ettiği ve günümüzde de “İslam” iddiasıyla siyaset yapanların referanslarını oluşturduğunu biliyoruz.
Devlet ve siyasal sistem modeli olarak Muaviye’nin isyan ve savaşlarla kan dökerek yönetimi ele geçirmesi dâhil, nice zulümlerin, Ehl-i Beyt soykırımı gibi vahşetlerin işlendiği, hak-hukuk-adaletin gözetilmediği ve buna rağmen Müslümanların kurdukları imparatorlukların ve devletlerin tamamı “meşru ve itaat edilmesi din açısından vacip” olarak kabul gördüğünü de biliyoruz.
Yakın tarihimizde Libya, Pakistan, Sudan’da “Şeriat devleti” iddiasıyla gerçekleşen askeri darbelerin Müslümanlar tarafından coşkuyla alkışlanması hafızalarımızda canlı olarak yerini korumaktadır. Yine Türkiye örneğinde olduğu gibi 12 Eylül Askeri darbesiyle oluşan cunta yönetimini ”dini bakımdan itaati vacip” sayan cemaatler, gruplar, ilahiyatçılar ve iktidardan beslenen bir ulema sınıfı olduğu gibi diğer ülkelerde iş başına gelen despotların da “dini gerekçelerle” desteklenmesi utanç duyduğumuz örneklerden sadece birkaçıdır.
Yine Türkiye örneğinde de olduğu gibi aynı gerekçelerle İslam iddiasıyla kurulan partilerin, İslamcı iktidarların otoriter anlayışlarına bakılmaksızın desteklendiğini, hatta şiddet ve terörü yöntem olarak seçen bazı örgütlerin dahi eylemlerine, işledikleri katliamlara aldırmaksızın destek verildiğine tanıklık ediyoruz. Bunun nedenlerini “İslam” diye gelenekselleşen din anlayışımızda ve sorgulama yapmayan donmuş beyinlerimizde aramamız gerekmez mi? Bu anlayışta olanların tümünün referanslarını mezhep görüşlerinde veya diğer fıkıh kitaplarında bulmak mümkündür.!
Biliyoruz ki, otoriter yönetimler sadece yöneticilerin ve yandaş ulemanın değil, toplumun da ahlakını bozar. Kanaatime göre Müslüman dünyasındaki ahlaki çöküntünün ve dini hayattaki bozulmaların en önemli nedenlerinden biri otoriter siyaset anlayışının egemenliğidir. Bu anlayış, yandaş bir ulema sınıfı, bugün itibariyle bir din adamı sınıfı oluşturarak İslam’ı özünden saptırdığı gibi toplumu da ilim, iman, ahlak, adalet ve İslam’dan saptırmıştır. Bu gerçeği kabul etmeden, sorgulamadan çöküşten, kaos ve ahlaksızlıktan bir çıkış yolu bulacağımızı düşünmüyorum.
Kabul etmemiz gerekir ki, Sahabe döneminde başlayan söz konusu siyasi olaylarla ortaya çıkan farklı görüşlerin, fikri ayrılıkların, siyasi gelişmelerin dinde referans olarak kabul edilmesi ve Müslümanlar arasında yaşanan siyasi kavgaların İctihad farkına bağlanması, İslam anlayışının evrenselliğini, saflığını, sadeliğini, saydamlığını, berraklığını, ilahiliğini bozmuştur, ahlakı, adaleti, bilgiyi, irfanı, hikmeti, akletmeyi adım adım ortadan kaldırmıştır.
Yine kabul etmek zorundayız ki, İslam’ın akıl ve ilim/bilim ile irtibatı kesilip kültür ve geleneğin ‘din’ haline gelmesi durumunda, kaçınılmaz olarak din hayattan uzaklaşır ve yabancılaşır. Artık yaşanan din, Allah’ın dini olmaktan çıkar ve sadece müntesiplerinin dini olur. Biz Müslümanlar da 14 asır boyunca Müslüman toplumların farklı coğrafyalardan veya İslam öncesi dinlerinden taşıdıkları kültürü “İslam” olarak kabullendik ve İslam’ın sırtına ağır bir yük yükledik. Kültürü, geleneği, yereli, konjonktürel uygulamaları “İslam” diye konuştuk. Adeta İslam’a musallat olduk ve İslam bezirgânlar elinde Kur’an’sız bir dine dönüştürüldü. Çünkü politikacıların, egemenlerin, din adamlarının dini duyguları sömürmek ve sömürü düzenlerini sürdürmek için Kur’an’sız, İslamsız bir Müslümanlığa ihtiyaçları vardı. Esas itibariyle sahabeyi de istismar eden bunlardır.
Gerçek şu ki, Hz Peygamberden sonra Müslümanlar, tarih boyunca kendilerine özgü veya İslam gereği evrensel bir yönetim modeli ve siyasal sistem oluşturamadılar. Muaviye’nin Bizans, İran, Uzak Doğu’da uygulanan “tek adam” yönetim modelini (monarşi) İslam ve Arap kültürüyle sentezleyerek kurumsallaştırdılar. Aynı yönetim modeli, Fars-İslam, Türk-İslam gibi sentezlerle devam etti. Milli devletler inşasıyla da “ulus devlet” modeli aynı sentezle sürdürüldü. İslamcıların yeni bir model olarak sundukları “İslam devleti” tezi de ulus devlete giydirilen ve üzerine “İslam” yazan gömlekten başkası değildir. Zorlandıklarında ve tıkandıklarında zihinlerini ve anlayışlarını değiştirmek, yenilemek yerine gömlek değiştirerek iktidar iddialarını sürdürmektedirler.
Bu anlayış sadece bize, ülkemize ait değildir. Genel olarak Müslümanları siyaset üzerinden sarmış zihinsel, ruhsal, siyasal ve dinsel bir hastalıktır. Asırlardır tedavi edilemediği için ölümcül etkisi hep devam etmiştir.
Esas itibariyle Muaviye ile başlayıp günümüze kadar devam eden yönetim modellerinin hiç birisinde, hiçbir cemaat, oluşum ve partide, İslam ilkeleri yani adalet, ehliyet, emanet, bilgi, akıl, eleştirel düşünce, ahlak, eşitlik, hürriyet, insan hakları, hukukun üstünlüğü, doğa ve çevreyi koruma ve ortak akıl gibi yönetim sisteminin olmazsa olmaz değerleri hayata geçirilmemiş, öncelenmemiş, siyaset ve devlet için bir sisteme dönüşmemiştir.
Çağımızda dahi insan hakları, din ve vicdan hürriyeti, çoğulculuk ve hukukun üstünlüğü gibi İslami ve insani ilkeleri esas alan bir adalet sistemini ve bunları içselleştirmiş bir Müslüman toplumunu örnek veremediğimize göre yüzleşmekten başka çare var mı? Hakikati aramak; geçmişi, özellikle de sahabeyi yargılamak, suçlamak, itham etmek veya zan altında bırakmak anlamına asla gelmemelidir. Ben de bundan Allah’a sığınırım.!
İtirazım ve çabam, bu mirasın bizden sonrakilere devredilmemesi yönünde bir katkı vermeye yöneliktir. Sahabe muhabbeti ve saygısı itibariyle anlayış ve duruşum açıktır. Onların-Allah hepsinden razı olsun- Resul-ü Ekrem (s.a.s.) önderliğinde büyük fedakârlıklarla oluşturdukları Asr-ı Saadet, yani peygamber dönemi, bizim için Kıyamete kadar bir örnek ve model olacaktır. Kendi adıma ifade etmeliyim ki, onlara sadece muhabbet ve hürmet değil, minnet ve şükran borçluyum. Fitne ve nefret oluşturulmak için konuşulmasını, müzakere edilmesini ve sorgulanmasını doğru bulmadığımı, aksine “qalu-qil” yapılmasını günah sayanlarla hemfikir olduğumu belirtmeliyim.
Çok zor ve mayınlı bir alanda fikir yürüttüğümün farkındayım. Sahip olduğum İslam düşüncesi ve yaşadığım siyasi tecrübe açısından bunu yapmayı, kendi adıma bir sorumluluk ve zorunluluk görüyorum. Konuşulmayan, müzakere edilmeyen, sorgulanmayan her olay ve görüşün gizem oluşturması kaçınılmazdır. Hiçbir gizem de hakikati göstermez. Bu bağlamda hakikat diye gizemlere inandığımızı ve bunlar içinde boğulduğumuzu düşünüyorum. Yeniden nefes almak için okyanusta bir damla kadar olumlu bir katkımın olması durumunda kendimi bahtiyar göreceğimi de ifade etmeliyim.
-SON-
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR