Daha çok politikacıların kullandığı bir söz vardır. "Türkiye olağanüstü bir dönemden geçiyor." Artık kalıcı olarak OHAL ülkesi olduğumuza göre geçiş süreci de tamamlanmış demektir.
Şüphesiz bu geçiş süreci kolay olmadı. Örgütlü kesimlerin demokrasi direnci kırılarak, anayasa ve yasalar değiştirilerek veya yok sayılarak, KHK marifetiyle kurumlara yüz binlerce atama yapılarak ve yüz binlercesi de görevlerinden uzaklaştırılarak gerçekleşti.
Yüzlerce aydın, yazar, akademisyen ve eğitimci kıyımı yaşandı. Milyonlarca insan mağdur edildi, yüz binlercesi sorgulandı, tutuklandı ve mahkûm edildi.
Demokrasi direnci en yüksek olan Kürt siyasetçiler tutuklandı, kayım marifetiyle Belediye başkanları görevden alındı ve yerine atamalarla görevli tayin edildi.
Siyaset baştan aşağı yeniden dizayn edildi, partilere, derneklere, toplumsal örgütlenmelere, cemaatlere yeni bir istikamet çizildi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) başta olmak üzere siyasi kurumlar, bakanlar, milletvekilleri, anayasa, yargı, üniversiteler, kitle örgütleri işlevsiz veya etkisizleştirildi!
Devlet artık tek merkezden ve keyfi kurallarla yönetiliyor, toplum da neredeyse tamamıyla tehdit ve baskıyla kontrol altında tutuluyor.
Medeni dünyanın bir parçası olacağı düşünülen Türkiye toplumu, yeni düzene hızla ayak uydurarak itaat etmeyi bir görev bildi. Mağduriyeti, mahrumiyeti, talan ve zulmü kendilerinden olmayan herkes için meşru ve normal gördü.
Planlanmış kitlesel yoksulluk, işsizlik, geçim derdi, kredi borçları ile toplum yönetime mecbur ve mahkûm hale getirildi. Her kesim kendi mahallesine çekilerek ve kendi sorunlarıyla boğuşarak baskı ve dayatmalara boyun eğmek zorunda bırakıldı.
Bir öfke patlaması yaşanmadığı sürece yönetim için bir sorun oluşturmayacağı düşünülmektedir. Bu bağlamda toplumun “sürü” muamelesi gördüğü açıktır ancak tutum değiştirmeyeceğinden emin olmak da yanlış olacaktır.
Antoine DE RIVAROL (1753-1801): “Nasıl ki en iyi perdahlanmış demir bile paslanmaya uzak değilse, en medeni imparatorluklar da her zaman barbarlığa aynı ölçüde yakın olacaktır; metaller gibi milletlerin de sadece dış yüzeyleri parlar.”
Bizler de milletimizin parlayan dış yüzüne çok mu aldandık?
Kuşkusuz bu düzenin inşasında Cumhur ittifakı dışında muhalefetin, kurumların, kuruluşların, bürokrasinin, iş dünyasının, üniversitelerin, medyanın, partilerin, cemaat, diyanet ve dini grupların ve en önemlisi de toplumun büyük katkısı olmuştur.
Millet desteğinde AK Parti iktidarı ve Cumhur ittifakı arzu ettiği siyasal düzeni inşa etmiş durumdadır. Yine millet desteğinde önümüzdeki seçimlerden başarıyla çıkarak mevcut düzeni korumayı hedeflemektedirler.
--
Bugün karşı karşıya olduğumuz yönetim modeli “tek parti” veya “tek adam” iktidarı değildir. AK Parti ve Erdoğan’la da sınırlı değildir. AK Parti’nin referandum ile inşa ettiği, yasalarla güçlendirdiği ve kurumsallaştırdığı sistem, “tek adam” rejimidir.
Türkiye, siyasal sistemi ve yönetim zihniyeti ile artık bir Ortadoğu ülkesi oldu.
Suriye’de rejim değişikliği için yola çıkan AK Parti iktidarı, Suriye için başaramadığını Türkiye’de siyasal sistemi değiştirerek Ortadoğulu olmayı seçmiş oldu.
Ülke olarak karanlığa gömülmüş durumdayız. Bununla da yetinmiyorlar, karanlığı “aydınlık” olarak dayatıyorlar.!
Yaklaşık 70 yıldır darbelere, askeri müdahalelere rağmen ‘çoğulcu demokrasi’ ve ‘muasırlaşma’ iddiamız hep vardı, bugün ise iddialarımızın aksine çağdışı, tekçi ve otoriter bir sisteme döndük.
Yüz yıldır, kanun devletinden hukuk devletine geçişi belerken bugün kanun devletini arar hale geldik ve “Tek adam” talimatıyla yönetilen bir devlet olduk.
Siyasette bilgi, ehliyet ve temsil yeteneği ararken artık siyaset, ulu’l-emre itaat ve biat esasına göre şekillenmekte, ulu’l-emre itaati Allah’a ve Resul’üne itaat olarak gören kişilerden oluşmaktadır.
Siyaset ve bürokraside ehliyet ve liyakat yerine aranan yegâne koşul sadakat ve itaattir.
Devlet kurumlarının, resmî ve gayri resmî kuruluşların, üniversiteler, sendikalar, kitle örgütleri, spor kulüpleri, dernekler, şirketlerin nerdeyse tamamı “Tek Adam” talimatıyla veya ona sadık kişilerin yönlendirilmesiyle hareket etmektedirler.
Çok açıktır ki uçurumun eşiğinde değiliz, uçurumdan yuvarlanıyoruz.
Geçmişi arar hale geldiğimize göre olup bitenlerin bir “siyaset mühendisliği” olduğundan emin hale geldim. Bu gidişatın ülkemizin yararına olmayacağını gördüğümüz halde suskun kalmamız sadece bizim için değil, ülkemizin felaketiyle sonuçlanabilir.
Bu nedenle muhalefet partileri, ideolojik farklılıklarını parantez içine alarak “tek adam” rejimine karşı safları sıklaştırmak zorundadırlar.
Önümüzdeki genel seçimlerde partileri değil, “tek adam” rejimini oylayacağız. Muhalefet ittifakı da rejime karşı gerçekleşmeli ve seçimle sınırlı kalmamalıdır.
Şüphesiz partilerin ittifakı, rejim değişikliği için yeterli değildir. Toplumun da ortak bir tutum geliştirmesi gerekir. Politik, etnik, inanç, din ve sınıf gibi farklılıklarımızı birlikteliğimiz için sorun yapmadan muhalefet ittifakına destek vermeliyiz.
En önemlisi de bugüne kadar cumhur ittifakına destek veren toplumsal kesimlerle de muhalefet saffında buluşmayı başararak yol almaktır.
“Tek adam” rejimine karşı toplum olarak tarihi bir sınavdan geçeceğiz. Partilerimizi, siyasal ikbalimizi değil, ülkemizin geleceğini oylayacağız.
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR