24 Nisan’da ABD Başkanı Biden’in 1915 olaylarıyla ilgili “soykırım” ifadesini kullanmasının yankıları devam ediyor. Açıklama öncesi CB Erdoğan’ı Telefonla arayarak konu hakkında bilgi vermesi Biden-Erdoğan ilişkilerinin samimiyet ve ciddiyet boyutunu göstermesi bakımından da önemli olduğu kanaatindeyim.
“Soykırım” açıklaması karşısında İktidarın pişkin, umursamaz ve hamasi yaklaşımı şaşırtıcı olmamıştır. CB Erdoğan’ın “Şayet böyle bir yola girilecekse bu yarıştan alnı ak tek millet ve devletin biz olduğunu da hatırlatmak isteriz” açıklaması ise gerçeği yansıtmamaktadır. Hiçbir İmparatorluk veya devlet yıkım, katliam, kan ve gözyaşı olmadan kurulmamıştır. Bu bağlamda ak olan tek bir millet de yoktur.
“Toprak eğer uğruna ölen varsa vatandır” ifadesi dahi ölümü, savaşları kutsamıyor mu? Ecdat taassubunda boğulanlar için avcıdan korunmaya çalışan Deve kuşu örneği hep geçerlidir.
Bir diplomasi hezimeti olarak sorumluluğu İktidara yükleyip hesap sorması gereken Muhalefet partileri de Erdoğan’ın arkasında saf tutarak Biden’ın söylemine takılmayı milli bir borç! gördüler. Kuşkusuz muhalefetin “ebter/kısır” yaklaşımı, militarist, radikal Türk siyasetinin geleneksel bir sonucudur.
Farklı, makul ve objektif bir tavır ortaya koyması beklenen HDP’nin, iktidara husumet üzerinden açıklamayı değerlendirmesi, siyasi kısırlığın başka bir örneğini ortaya koymuştur. “Türkiye, Ermeni Soykırımı ile 106 yıldır yüzleşmedi. Yüzleşilmeyen suç tekrarladı, yüzleşilmeyen suç, bugünlere taşındı. Büyük suç cezasız kaldı, ayrımcılık ve nefret suçları sıradanlaştı” şeklindeki açıklamasını yol açıcı bulmadığımı da ifade etmek istiyorum.
“Soykırım” iddialarının araştırılmasını talep etmek ile BİDEN’in açıklamalarının gereğini istemek farklı şeylerdir. Soruna değil, açıklamaya odaklanmak HDP için bir zafiyet olmuştur. Kişisel olarak, diğer muhalefet partileri gibi HDP’nin de tutumunu doğru bulmadığımı belirtmeliyim.
Türkiye’nin iddiaları araştırması, gerçeklerle yüzleşmesi bir zorunluluktur, geciktirilmesi veya gerçekleri inkâr etmesi, yok sayması kuşkusuz çözüm olmayacaktır. Ancak olayları, tarihi gerçeklerle birlikte değerlendirip doğru sonuç çıkarmak zorundayız.
İnsanlık tarihi büyük acılarla ve trajedilerle doludur. Trajedilerin yaşanmadığı hiçbir coğrafya söz konusu değildir. Egemenlik mücadelelerinin verildiği, savaşların yaşandığı, devletlerin kurulduğu ve yıkıldığı topraklarda katliam ve yıkımların yaşanmadığını iddia etmek doğru değildir. Bunların bir kısmında “soykırım” olarak tanımlanabilecek birçok katliamın yaşandığını da biliyoruz.
1789 Fransız ihtilali ile esmeye başlayan Milliyetçilik/ulusçuluk rüzgârının giderek fırtınaya, hatta bazı bölgelerde tusunamiye dönüşmesi dünyayı kasıp kavurmuş, beraberinde büyük göçler, katliamlar, yıkım ve felaketler getirmiştir.
Bu süreçte imparatorluklar parçalanmaya ve yıkılmaya başlamış, üst kimlikler yok olmuş ve bir arada yaşama ortak duygusu yerine milli kimlik ve ulus devlet ayrışmaları hız kazanmıştır.
Batıda şahlanan milliyetçilik akımının Avrupa ile sınırlı kalması beklenemezdi. En yakın coğrafya olan Osmanlı İmparatorluğunun hâkimiyet alanlarına da hızla nüfuz etmiştir. Millet/din üst kimliği ile Müslüman olmayan unsurları “eşit yurttaş” görmeyen ve farklı statü tanınan Gayr-i Müslim halkların öncelikle etkilenmesi ve örgütlenmesi, dönemin şartlarında doğal bir gelişme olarak görmek gerekir.
Öyle de oldu. Milliyetçilik dalgası ilk olarak Osmanlı tebaası gayrimüslimleri etkisi altına aldı. Sırplar, Yunanlar ve Bulgarlardan sonra ‘Sadık Tebaa’ olan Ermeni halkının da etkilenmesi ve Müslüman unsurlar arasında da hareketliliğin gözlemlenmesi Osmanlı’da bir dağılma ve yıkım travmasına neden olmuştur.
Bu gelişmeleri yakından takip eden Osmanlı Yönetimi, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanıyla ciddi reformalar yapmıştır. Milliyetçilikten etkilenmelerini ve Osmanlı’dan ayrılmalarını önlemek için “Müslümanlar ile Gayr-ı Müslimler arasındaki her türlü eşitsizlik; cizyenin kaldırılması, Gayr-ı Müslimlere memur olma hakkının verilmesi ve askerlik yükümlülüğünün getirilmesi” gibi yeni düzenlemeler getirilmiştir.
Osmanlı yönetiminin, Ermeni tehciri başta olmak üzere Gayr-i Müslim unsurların Anadolu toprakları dâhilinde göçe zorlaması bu döneme denk gelmektedir. Söz konusu tehcirden Kürtler de paylılarına düşeni almışlardı.
Milliyetçilik karşısında “İslam kardeşliği” üzerinden Müslüman unsurlarla birlikteliğini sürdürmeye çalışan Osmanlı yönetimi, çözümü daha çok Gayr-i Müslim unsurların tehcirinde görmeye başlamıştır. Böylece ilk olarak ötekileştirilenler ve düşmanlaştırılanlar Gayr-i Müslimler olmuştur.
Ermeniler özelinde asıl sorun; 93 Harbi olarak bilinen ve 1877 de başlayan Osmanlı-Rus savaşında Ermenilerin Rusya’nın tarafında yer almaları ve savaşın Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlanmasıyla başlamıştır.
Esas itibariyle Osmanlı çöküşünün hızlandığı 19. Yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı-Rus savaşları belirli aralıklarla devam etmiştir. Bu süreç içerisinde Rusya’nın Osmanlı Ermenilerini kışkırttığı ve “Bağımsız Ermenistan” taleplerini desteklediği tarih kayıtlarında mevcuttur.
Ulusçuluk ve milliyetçilik bağlamında Ermenilerin talepleri yadırganamaz. Çünkü aynı talepler diğer coğrafyalarda ve başka unsurlar için de söz konusuydu. Ancak Rus ordularıyla birlikte Ağrı, Kars, Muş, Van, Bitlis, Erzurum ve Trabzon gibi bölgelerde gerçekleştirilen katliamlar toplumsal bellekte yerini almıştı.
Rusya’nın geri çekilmesiyle birlikte koşullar artık Ermenilerin aleyhine işlemeye başladı. En önemlisi de çoğulcu ve çok kültürlü Osmanlılık yerine artık tekçi ve Türkçü İttihat ve Terakki hâkimiyeti oluşmuştu. Balkan Savaşlarında da büyük hezimet yaşamış Osmanlı yönetimi için artık devlet otoritesi adına bir yetki söz konusu değildi.
Balkan ve Kafkas Türkçülerinin İttihat ve Terakki’ye katılmasıyla birlikte Ordu desteğinde Anadolu’nun her tarafında ‘Turan’ ülküsüyle örgütlenmiş milliyetçi-ulusçu bir dalga oluşmaya başlamıştı. Ermenilere karşı zaten oluşmuş öfke ve nefreti de kullanarak Gayr-i Müslimlere yönelik temizlik operasyonuna Ermenilerden başlanmıştır.
İnkârı mümkün olmayan katliamlara ve zulümlere maruz kaldılar. Sürüldüler, tecavüze uğradılar, öldürüldüler, malları, mülkleri yağmalandı, insanlık dışı ağır uygulamalar ve işkenceler gördüler. Ne yazık ki bu Katliam ve Tehcir Ermeniler için büyük bir felakete ve trajediye dönüşmüştür.
Bununla da yetinilmemiştir. Yüzlerce kilise imha edildi, taşları başka yapılarda kullanıldı. Saraylar, hanlar, şatolar işbirlikçi yerel yöneticiler, ağalar, beyler arasında paylaşıldı. Arazilerinin büyük kısmı önce hazineye sonra da ulufe olarak işbirlikçilere dağıtıldı.
Ölüleri dahi mezarda rahat bırakılmadı, vicdani, ahlaki hiçbir rahatsızlık duyulmadan kemikleri kepçelerle toplanarak hafriyat veya moloz olarak taşındı, mezarlık yerine de yapılar inşa edildi. Bütün bu vahşetten diğer Gayr-i Müslim unsurlar da payını aldılar. İşte ABD Başkanı Biden tarafından “Soykırım” olarak tanımlanan 1915 olaylarının özü bu gelişmelerdir.
Savaşı ilk başlatan ve sorumlusu Ermeniler dahi olsa bu tablo karşısında utanç duymayan, vicdanı sızlamayan bir toplumda ahlaktan insanlıktan söz edilebilir mi? Tarihi gerçekleri saptırmak, inkâr etmek ne zamana kadar mümkün olacaktır?
İttihat ve Terakki zihniyeti için de bir utanç ve kara leke olarak yerini almıştır. Tarihle yüzleşmek yerine inkâr ederek ve yok sayarak Türkiye’yi daha çok küçük düşürmektedirler. Oysa olup bitenler sadece Türkiye’ye özgü değildir.
Ermeni katliamı ve tehcirini; Ulusçu ve milliyetçi dalganın neden olduğu büyük felaketler içinde değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Osmanlı ile birlikte dağılan Avusturya ve Macaristan İmparatorluklarının topraklarında da benzer olaylar yaşanıyordu.
İspanya’da ve Balkanlarda milyonlarca Müslüman ve yine milyonlarca Türk aynı kaderi paylaşmıştı. Milliyetçilik bir bölgeye değil, insanlığa felaket getirmişti. Hız kesmeden günümüzde de devam etmiyor mu?
Türkiye’de Kürtlere yönelik uygulamaların da bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Milliyetçilik, ulusçuluk, tekçilik, ırkçılık, dincilik can almaya, kurbanlar sunmaya devam ediyor..!
Bugün de coğrafyamızı ve Anadolu’yu zulüm diyarı haline getiren, insanlıktan, ahlak ve vicdandan yoksun bırakan, yoksullaştıran, kuraklaştıran, çölleştiren, tekleştiren katliam ve tehcirleri, adaletsizlikleri, hukuksuzluğu, ayırımcılığı en azından kendi iç dünyamızda sorgulamamız, yüzleşmemiz gerektiği inancındayım.
Yüzleşmediğimiz her felaket, daha da büyüyerek bizi vuracağından kuşku duyulmamalıdır. İnkâr, saptırma, hamaset politikalarıyla Türkiye’nin geleceğini daha çok karartmaya kimsenin hakkı olmamalıdır.
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR