İslam iddiasıyla gelişen din-devlet-siyaset ilişkilerinde, Resulü Ekrem’in (s.a.s) vefatından hemen sonra gayet tabii olarak farklı anlayışlar, farklı yorumlar, farklı yaklaşımlar ortaya konmuştur. Burada sorun, siyasete ilişkin yorumlarda değil, dini veya din iddiasıyla siyasete yön vermek ve şekillendirmek anlayışındadır.
Bu bağlamda denilebilir ki, Peygamber sonrası başlayan fikir ayrılıklarının nedeni DİN değil, toplumu kimin yöneteceğine ilişkindir, yani siyasal sebeplerdir.
Daha sonra siyasi tartışmalar din ile ilişkilendirilince, dinin rahmet yönü kaybolmuş, siyasetin gazabı, acımasızlığı, ikiyüzlülüğü, hırsı, sonu gelmez arzuları dinselleşerek Müslümanlara hayatın her alanında istikamet vermeye başlamıştır.
Kanlı çatışmalar ve katliamlarla beslenen bu anlayış, zamanla kitlesel ayrışmalara, din içinde bölünmelere, isyanlara yol açarak rahmet dininden tamamıyla uzaklaşılmıştır. Bütün siyasi kavgalar da iktidar-egemenlik ve saltanat kurmak için yapılmıştır. İktidar ve devlet iddiası da, mücadelesi de bu geleneğin “İslam” adına bize bıraktığı kanlı bir mirastır.
Muaviye, sırf iktidar olmak için Hz. Ali’ye isyan etmiş ve kanlı bir savaşı başlatmıştır. Böylece yeni bir siyaset ve yönetim tarzı gelişmiş, zaman zaman farklılık gösterse de artık siyasi uygulamalar dinin kuralları ve gereği olarak kabul görmüştür.
Bu anlayışın sonucu olarak Müslümanlar, kendi aralarında sadece siyasi değil, itikadi yönüyle de ayrışmaya, kutuplaşmaya, bölünmeye ve kavgalara başladılar.
Daha açık söylemek gerekirse, günümüze kadar süregelen tartışmaların, ayrışma ve sapmaların asıl nedeninin “dinselleştirilmiş siyaset” olduğu açıktır. Bu anlayış içerisinde İslam’ı bulmak mümkün olmadığı gibi, “İslam” olarak teşekkül eden kurum ve kuruluşların hiçbirisi de İslam olarak tanımlanamaz!
Müslümanlar açısından siyaset, Emevilerle birlikte kurumsallaşmaya başlamıştır. Muaviye’nin Şam valisi olduğu dönemde Bizanslardan ve Sasanilerden edindiği bilgi ve deneyimlerini İslam referansları üzerinden devlet düzenine taşımıştır. Artık din, devletin kontrolüne ve kullanım alanına girmiştir.
Emevilerin son dönemlerinde de, Sasani devlet ve din kültürünün Müslümanlar arasında yaygınlaştığını biliyoruz. Sasani uyruklu danışmanların görev aldığı bu dönemde, din-devlet, din-siyaset ilişkileri kurumsallaşmış, aynı gelenek Abbasiler ve daha sonra farklı biçimiyle Osmanlı tarafından da devam ettirilmiştir.
Dini referanslarla yaşanan kanlı çatışmaların siyasetten kaynaklandığına, modern dönemde de tanıklık etmekteyiz. Müslüman coğrafyasında, gerek örgütler ve gerekse devletler ve siyasi partiler tarafından uygulanan politikaların kaynak ve referansları ne yazık ki tarihimizde fazlasıyla yaşanmıştır.
Esas itibariyle siyaset tarzımız ve siyasal modellerimiz her ülkede farklı görünse de hepsinin temelini oluşturan Emevi siyaset geleneğidir. İddialarımız ve istikametlerimiz ayrı ayrı da olsa, Halife Ali’ye isyan eden Sultan Muaviye’nin siyasal dinine tabi olmaya devam ediyoruz.
Asırlardır Emir’ul-Mü’minin İddiasıyla Emir Muaviye’nin izinden yürüyen liderlere itaat etmeyi, “Allah ve Resul’üne itaat etmek” olarak “din” bilen çürümüş Müslümanlık anlayışının zilletiyle yaşıyoruz.!
İktidar uğruna, SARAY egemenliği ve DEVLET bekası gerekçesiyle hunharca şehit edilen Hz. Hüseyin, Ehli Beyt ve on binlerce masum insanın kanı üzerinden şekillenmiş bir din ve siyaset geleneğidir Siyasal İslam..!
Müslümanların devlet geleneğinde, daha çok Osmanlı Saray örneğinde rastlanan baba-kardeş ve oğul katliamları da bu anlayışın sonucudur. Bugün de Müslüman coğrafyasında yaşanan iktidar kavgaları, savaş ve katliamlar, kafa kesmeler, yağma ve talan, aynı gerekçelerle politik meşruluk kazanmaktadır.
Bugünden geriye doğru bakıldığında, Muaviye ile başlayan devlet sürecinden itibaren, Müslümanların inşa ettikleri bir tek “adalet devleti”, “özgür ve eşit toplum”, “insan haklarına dayalı” veya “çoğulcu siyaset” modeli söz konusu olmamıştır. Bugün de hiçbir partide, cemaat veya gurupta söz konusu değildir.
Günümüze kadar, modern dönem dâhil tarih boyunca Müslüman coğrafyasında İktidar ve muhalefetiyle din adına yapılan siyasi mücadelelerin tamamı Emevilerin inşa ettiği siyasal düzenin yol haritasında hayat bulmaktadır.
Dün olduğu gibi günümüzde de “Din ve devlet ikiz kardeşlerdir” ilkesi benimsenmiş, din devlete meşruiyet, devlet de dine güç katmak üzere bir anlayış geliştirilmiştir. Ne yazık ki aynı anlayış seküler siyasetçilerimiz için de geçerlidir. Türkiye’nin siyasal sistemini besleyen de hep bu anlayış olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı da bu amaca yöneliktir.
Cumhuriyetin kurucuları, modern çağa ayıp olmasın diye hukuk sisteminde yer vermeyerek ancak Muaviye yöntemiyle birebir örtüşen Din-Diyanet ve din adamlarını siyasal düzenin muhafızları haline getirmişlerdir. Bir taraftan laiklik adına din adamları, tarikat ve cemaatlerle mücadele edilirken diğer taraftan Diyanet ve dini referanslarla ceberut yönetimi meşrulaştıran din adamlarına, işbirlikçi ulemaya ve cemaatlere alan açılmıştır.
Bu anlayış içinde kaldığımız sürece, siyasal İslam iddiasında gizlenen iktidar ve egemenlik mücadelelerinin sonu gelmeyecek, dinbazlar kadar seküler siyasetçiler de İslam’ı kendi çıkar ve iktidarlarının aracı olarak kullanmaya devam edeceklerdir.
Oysa İslam’da siyasal sistem inşa etmek, devlet kurmak ve siyaset yapmak insanın sorumluluğuna ve zamanın ruhuna bırakılmıştır. Din’in ne öyle bir talebi, ne de ihtiyacı vardır.
Dinselleştirilmiş siyaset veya siyasallaştırılmış dinin bedelini asırlardır ödüyoruz. Bu gelenekte ve bu siyaset anlayışında İslam yoktur, olamaz da..! Bu kanlı, kirli gelenekten, sarayların karanlık dehlizlerinden hürriyet, adalet, ahlak, hak, hukuk temelli bir SİYASET beklemek beyhude bir uğraştır.
Bu nedenle, Müslümanlığımızı şekillendiren Emevi İslam geleneğinden tamamıyla arınmadıkça Muhammed’i İslam anlayışını içselleştirmemiz mümkün olmayacağı gibi, modern siyaseti de, zamanın ruhunu da anlamamız ve içselleştirmemiz mümkün olmayacaktır.
Ümmetçilik, dincilik, İslamcılık, kardeşlik, İslam birliği gibi siyasal çözümlemeler, bu istismarcı ve sömürü geleneğinin şekil değiştirmesidir.
Hiç kimsenin, bir gurup, cemaat, tarikat veya mezhebin “İslam” adına devlet veya siyasal sistem kurmak veya “İslam” adına parti, dernek kurmak ve siyaset yapmak hakkı olmadığı gibi haddi de değildir. Aksine davrananlar, yani İslam iddiasıyla siyaset yapanlar hakkı çiğnemiş ve hadlerini aşmış olurlar.
Resul-ü Ekrem’in (s.a.s) Sünnetini/Kur’an’ı anlamak ve öğütlerine sarılmak yerine hamisi Allah olan Kur’an ve Peygambere sahiplenmeyi din edinmiş Emevi Müslümanlığı ile yüzleşmek zorundayız.
Bu yüzleşmeyi gerçekleştirmeden Siyasal İslamcıların, dinbaz politikacıların ve işbirlikçileri din adamlarının tasallutundan ve yönlendirmelerinden kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
Bu nedenle Müslüman coğrafyasının ve ülkemizin öncelikli meselelerinden biri, Emevi geleneğinin ve tarihi referansların oluşturduğu dinselleştirilmiş siyasetten ve devlet dini olarak siyasallaştırılmış İslam’dan hızla uzaklaşarak zamanın ruhuna uygun yeni bir SİYASET ve Yönetim modeli inşa etmektir..!
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR