Ülkemizi tehdit eden toplumsal, siyasal ve ideolojik farklılıklar değildir. Hatta “bölücülük ve terör” algısı da değildir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, "Tekraren ifade ediyorum, başaramayacaksınız. Milletimizi bölemeyeceksiniz, bayrağımızı indiremeyeceksiniz, vatanımızı parçalayamayacaksınız, devletimizi yıkamayacaksınız, ezanlarımızı susturamayacaksınız, bu ülkeye diz çöktüremeyeceksiniz, bu halka boyunduruk vuramayacaksınız" iddiaları hiç değildir.
Bu iddiaların hiçbirinin dayanağı, muhatabı ve gerçekliği yoktur.
Asıl tehdit; Cumhur İttifakı’nın inşa ettiği ve yürürlüğe koyduğu siyasal düzenin kendisidir. Temel sorunlarımızın kaynağı da nedeni de sistem ve bu sistemde ısrar eden Cumhur İttifakıdır.
CB Erdoğan’ın “millet-bayrak-vatan-devlet-ezan-diz çökme ve boyunduruk” duyarlılığının gereğini şöyle ifade etmesini beklerdim:
“Talihim, şansım tersine döndü, iyi gittiğini düşündüğüm çok şey kötü sonuçlar verdi, güvendiğim dağlara karlar yağdı, dost ve müttefik bildiklerim beni terk etti, yatırım ve kredi vadedenler vazgeçtiler, artık ülkenin faiz borçlarını dahi çeviremiyorum, ülkemi daha çok faiz ve borç bataklığına sürüklemeden erken seçime gitmeliyim. Ülkemi karanlığa sürüklemek ve yurttaşlarımı yoksullaştırmak yerine, gerekirse iktidarımı yitirmeyi göze alıyorum….!”
Peki nerede iktidar duyarlılığı ve sorumluluğu?
Yitirdikçe yitiriyoruz. Maddi kayıplarımızla beraber maneviyatımızı, onur ve itibarımızı, insanlığımızı yitiriyoruz. Bu nasıl bir basiretsizliktir ki yitirdiklerimizin farkında olamayacak kadar kör ve sağır hale geldik.
Bir toplumun kaderinin ülkenin kaderiyle bütünleşmesi anlaşılabilir bir durumdur ancak bir ülke ve halkının kaderinin bir siyasal iktidarla veya bir tek kişinin kaderiyle bütünleşmesini anlayabilmek en azından benim için mümkün değildir.
Durumu, “dış güçler oyunu” veya “Kader” olarak tanımlayanlara verilecek cevap bulamıyorum. Sadece büyük bir üzüntü ve utanç duyduğumu belirtmekle yetineyim.
Cehalet, açlık, sefalet, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, hırsızlık, yağma, talan, yalan, ayırımcılık neden kaderimiz olsun? Neden dış güçlerin oyunu olsun?
İnsanların iradelerini önderlerine, liderlerine teslim etmesi, kaderlerini, şans ve talihlerini onlara bağlaması bilgisizlikten değil, öğrenilmiş öğretilerden kaynaklandığını bir kez daha düşünmemizde yarar görüyorum.
Gerçekten de düzenin bozuk olduğunu, çete ve mafya düzenine dönüştüğünü bilmeyen mi var? Bilerek, isteyerek rıza göstermek neden bilgisizlik olsun?
Uruguaylı düşünür Eduardo Galeano’nun bir dönem Uruguay düzeni için yaptığı tanımlamadan ne farkı var Türkiye siyasal düzeninin?
Düzeni;
“Bir eliyle verdiğini öbür eliyle alır.
Kurbanları:
Ödeme yaptıkça borçlu çıkarlar.
Ne kadar çok satarlarsa o kadar az kazanırlar” diye tanımlayan E. Galeano, herkesin anlayacağı şekilde düzeni şöyle deşifre eder:
Görevliler, görevini yapmaz.
Politikacılar, konuşur ama hiçbir şey söylemezler.
Seçmenler, oy kullanır ama seçmezler.
Bilgilendirme medyası bilgilendirmez.
Okullar, cahillik öğretir.
Yargıçlar, kurbanları cezalandırır.
Ordular, kendi vatandaşlarıyla savaşır.
Polisler, suç işlemekten, suçla savaşmaya zaman bulamaz.
Kârlar özelleştirilirken iflaslar kamulaştırılır.
Para, insanlardan özgürdür.
İnsanlar nesnelerin hizmetindedir. *
-
Türkiye’deki düzen bundan farklı mı?
Çok daha kötü olduğundan şüphe yoktur. En kötüsü de ehliyetsiz, yetersiz, bilgisiz, iradesiz insanların yönetiminde olmasıdır ve bunu toplum da biliyor!
Yönetim, temsil, yetki birer emanettir, ehline, liyakat sahibine verilmezse sonu felakettir. Aynı dinden, aynı inançtan, aynı partiden, aynı etnik kökenden veya aynı ideolojiden olmak ehliyet için yeterli gerekçeler değildir.
Kalkınmanın, gelişmenin, ilerlemenin ve medeni olmanın olmazsa olmaz ilkelerindendir Ehliyet ve Adalet. Türkiye yönetim sisteminde bunların olmadığını bilmeyen mi var?
Bizden olanı değil, ehil ve adil olanı tercih etmedikçe yönetimde, siyasette adalet sağlamak ve medeni bir toplum olmak mümkün olmayacaktır. Peki Türkiye’nin siyasal düzeni buna imkan veriyor mu?
Şu hikâye, toplumsal zihniyeti, yöneticilerin ehliyetini, bilgi ve sorumluluk anlayışını göstermek bakımından yeterli sanırım:
Osmanlıda IV. Murat döneminde Küçük Ayasofya Camiinde cemaat musalladaki mevtanın namazını kıldıracak birini ararken genelde ayık dolaşmayan Bekr-i Mustafa da başındaki kavuğu ve cübbesiyle oradan geçiyormuş.
Cemaat, Bekr-i Mustafa’yı “hoca” zannederek namazı kıldırmasını söyler.
“Değilim” dese de dinlemezler ve zorla öne geçirirler.
Namazdan sonra tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar.
Cemaat, ölüye ne söylediğini merak eder ve öğrenmek ister.
Bekri Mustafa gülerek cevaplar:
‘Sen şimdi aramızdan ayrılıp öte dünyaya gidiyorsun. Eğer oradakiler, bu dünyanın ahvalini sana sorarlarsa, Bekri Mustafa Ayasofya’ya imam oldu dersin. Onlar durumu anlar...’dedim.”
--
* Eduardo Galeano- Kucaklaşmanın Kitabı
YORUMLAR