Siyasi partilerin, cemaat ve tarikat gibi “lidere sorgusuz itaat” biçiminde yapılanmaları Türkiye siyasetinin en büyük handikaplarından biridir. Üzerinde vesayetin oluşmadığı bir siyasi partiyi, örnek olarak göstermek neredeyse mümkün değildir. R.T.Erdoğan’ın AK Parti üzerinde oluşturduğu vesayet ve tahakküm, partiler tarihimiz açısından en bariz örneği teşkil etmektedir.
Bu kadar katı olmasa da, diğer partilerde de benzer durumlar hep olmuştur. Lider oligarşisi veya vesayet, genel olarak siyasete ve partilere hâkimdir. Bu vesayet ve tahakkümün dini, milli, ideolojik siyaset ile sağlanmış olduğu çok açıktır. Önemli olan; cehalet, hamaset, husumet, sefalet kaynağı olan bu tarz bir siyaseti, en azından geriletecek yeni bir siyaset inşa etmektir.
Bunun için de akla, bilime-bilgiye, hikmete dayanan bir siyasete ve siyaset adamlarına ihtiyaç olduğu açıktır. Bu ilkelerle ancak eskimiş, köhnemiş, kirlenmiş mevcut siyaseti geriletmek mümkündür. Sivil düşünceyi, sivilleşmeyi, sivil siyaseti bunun için önemsiyoruz.
Sivil siyasette eylem planları, program ve projeler için aranacak referanslar akla uygunluğu ile ciddiye alınır veya alınmaz, uygulanır veya uygulanmaz. Bu nedenle sivil siyasetin odağında ‘makuliyet’ vardır. Yani akla uygun olmayan siyasete de uygun değildir, akletmeyen siyasetçi de ‘Siyaset Adamı’ değildir!.
Yeni Oluşum’un, sivil siyaset ihtiyacını karşılamak üzere çalışmalara başladığı ileri sürülmektedir. Program ve proje çalışmalarının da nitelikli, deneyimli bir ekip tarafından yürütüldüğü bilgisi edinmekteyiz. Önceliğin hukuk, demokrasi ve ekonomik krizin aşılmasına verileceği, herkesin refahtan pay almasının imkânlarının planlandığı bilgisi oldukça umut vericidir. Umarım siyasal sorunların çözümüne de aynı hassasiyet gösterilmekte, yaşanan hak ihlalleri ve mağduriyetlerin yargı reformu ile giderilmesi de ön görülmektedir.
İktidar ve AK Parti merkezli tehdit ve tenkitler dışında, Yeni Oluşum’a ve lideri Ali Babacan’a yönelik eleştiriler de yapılmaktadır. Bunlardan birincisi; hükümet içinde uzun yıllar bulunmasına rağmen, gördüğü yanlışlar konusunda neden bir itiraz ve eleştirisi kamuoyuna yansımamış ve medyada yer almamıştır? Eleştirilerini ve itirazlarını neden AK Parti’den ayrıldıktan sonra yapmaya başladı?
İkincisi, yeteri kadar cesur olmadığı, hatta CB Erdoğan’dan korktuğu için O’nu eleştirmekten kaçındığı, ayrıldıktan sonra da bütün olumsuzluklara rağmen hep sustuğu halde, nasıl olur da bundan sonra Erdoğan’a karşı dik bir duruş sergilemeye, hatta parti kurmaya cesaret edebilir?
Üçüncüsü, teknokrat özelliği ile başarılı ancak siyasi özelliklerinin ise zayıf ve yetersiz olduğu, bu durumda liderlik yapamayacağı, hele Erdoğan karizması karşısında silik ve etkisiz kalacağı öne sürülmektedir. Erdoğan’a karşı çıkacak bir lider karizmatik olmalı, denilmektedir.!
Sivil ve makuliyet bağlamında kanaatim şudur ki, ileri sürülen ve Sayın Babacan’ın eksiklikleri olarak sıralanan her üç neden de, gerçeği yansıtmamaktadır. Kuşkusuz “hakikati söylemenin bedelini ödemeye razı olmayan, susmanın bedelini ödemek zorunda kalacaktır.” Ancak hükümet ve parti üyesi olarak görev yaptığı dönemde, itiraz ve eleştirilerini medyaya kapalı ortamlarda ve Bakanlar Kurulu toplantılarında yapmış olması bu suçlamayı boşa çıkarmaktadır. Tersine, bu dönemlerde medya üzerinden partisini ve hükümeti eleştirmesi durumunda bir “şovmenlik” algısı oluşturacaktı. Makul bir siyaset adamının buna tevessül etmesi düşünülemez.
“Korkaklık” suçlamasını da doğru bulmuyorum. Bu tutumun edep ve nezaketinden kaynaklandığına inanıyorum. Bir olgunluk, vefa ve cesaret örneği göstererek CB Başkanı Sayın Erdoğan’dan randevu alıp görüşmesi, partiden istifa ederek arkadaşlarıyla yeni bir çalışma başlatacağını söylemesi AK Parti’de bir ilktir. Bugüne kadar böyle bir cesareti gösteren başka bir AK Partili olmamıştır. Sayın Erdoğan dahi, parti kuruluşu için merhum Erbakan ile görüşmeyi göze alamamıştı. Buna rağmen Sayın Babacan’ın korkaklıkla itham edilmesi, yanlış olduğu kadar kendisine bir haksızlıktır.
“Siyasi özellikleri bakımından yetersiz ” iddiasına gelince, ilk defa bir oluşumun lideri olarak yola çıkan birisi için çok erken verilmiş bir karardır, diye düşünüyorum. Yeni yolculuğunda takınacağı tavır, duruş ve kararlılık ancak onun lider olup olmayacağını gösterecektir. Karizma’ya gelince, kime ve neye göre tanımlanmaktadır? Erdoğanvari bir karizma bekleyenlerin sükuti hayale uğrayacakları kesin.
İyi bir eğitim almış olmak, işinde, görevinde başarılı olmak, edep, nezaket sahibi olmak, beyefendilik, dürüstlük, doğruluk gibi vasıflara sahip olmak bir siyaset adamı için ‘karizma’ değil de nedir? Sayın Babacan’ı önemli, değerli kılan tam da bu özelliklerdir. Esas itibariyle hepimizin, Türkiye’nin ihtiyacı olan, bu özelliklere haiz siyasetçilerdir.
Lider olmak, dokunulmaz, sorgulanmaz, tek başına tepede durmak, yukardan emir ve talimatlar vermek demek değildir. Gerçekte lider, takımın içinde, takımdan biri olarak sorumluluk alan kişidir. Bu yönüyle Ali Babacan’ın liderlik profilinin, sivil siyaset açısından daha önemli ve değerli olduğu kanaatindeyim.
Farklı açıdan Sayın Babacan’ı eleştirmenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu kadar yıl birlikte siyaset yaptığı, kabinesinde görev aldığı halde Erdoğan’ı, tanımamış veya tanıyamamış olmasını nasıl açıklayacaktır? Tanıdığı halde bu kadar yıl birlikte olmasını hangi makul gerekçelere bağlamaktadır?
Muhafazakâr kimliğin sivil-demokratik siyaset için bir sorun oluşturacağı kanaati yaygındır. Gerçekten de özellikle hak ve özgürlükler, herkese eşit hukuk, sivilleşme ve çoğulcu demokrasi konusunda muhafazakâr siyasetçilerin tutuculuğu, devletçiliği, milliyetçiliği, Müslümanlık anlayışı sorun oluşturmaktadır. Bu sorunu görmezden gelmek, yok saymak sivil siyaset açısından mümkün değildir.
Bu nedenle Ali Babacan ve yol arkadaşlarının siyasal ve dinsel muhafazakârlık ile ilgili anlayışlarını ben de merak ediyorum. Devlet merkezli bir siyaset anlayışı, Müslüman muhafazakarlığının olmazsa olmaz bir geleneği ve inancıdır. Oysa sivil siyasetin de olmazsa olmaz koşulu; devlet yerine adaleti, insanı ve haklarını siyaset merkezine almak ve devlete karşı insanı yüceltmektir. Bunun güvencesi de etnik aidiyet, milli değerler ve kutsallar, din veya devlet değil, hukuktur. Bu bağlamda, Ali Bey ve arkadaşlarının tavrı açık ve net olacak mıdır?.
Şunu da bilmeliler ki “kuşatıcılık”; parti liderinin bütün toplumsal kesimlere kucağını açmak, onları kucaklamak veya Mevlana misali “kim olursan ol gel” anlayışıyla her kesimden insan devşirmek değildir. Kuşatıcılık; iktidar olunması durumunda, muhalif unsurlar dâhil, bütün yurttaşları ve her kesimi haklarıyla kabullenmek, hiç kimseyi kimlikleri veya aidiyetleri nedeniyle dışlamamak ve ötekileştirmemektir. Bu da ancak sivil siyaset anlayışı ve çoğulcu demokrasi ile mümkün olacaktır. Yeni Oluşum, bu ilkelerle ve ilkeleri içselleştiren bir kadro ile partileşmeyi başaracak mı?
Anladığım kadarıyla Ali Babacan ve arkadaşları geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmışlardır.. Ya yeni bir YOL açacaklar, ya da yoldan tamamıyla çekileceklerdir!.
YORUMLAR