Ülkemizde siyasi partiler, meşruiyetlerini devletten, devletçilikten, statüko ve kurulu sistemden alırlar. Halka bakan yönüyle de meşruiyetlerini; milliyetçilik, ulusçuluk, muhafazakarlık, Müslümanlık, din, vatan, bayrak gibi hamasi iddialardan alırlar.
Seçimlerde sonuç almak da hamaset, istismar, mağduriyet algısı, iç ve dış düşmanlar kurgusu ve kutuplaşmayı başarmakla mümkündür. Karizmatik liderliğin karşılık bulması da ancak bu yöntemle mümkün olabilmektedir.
Bu bağlamda iktidar ve muhalefeti veya partileri birbirinden ayırmak pek mümkün değildir. Çünkü Türkiye’de partiler; demokrasinin değil, devletin bir organizasyonudur ve sistemin farklı ideolojik unsurlarıdır.
Demokrasi adına sahip çıktığımız partiler, sistemle buluştuklarında ancak gerçek yüzleri ortaya çıkmaktadır. Davalarını, hedeflerini, vaatlerini, iddialarını, değerlerini demokrasi ile gerçekleştirmek yerine öncelikli ve zorunlu olarak otoriter-ideolojik sisteme varlık borcunu ödemeye başlarlar.
Başlangıçta çok masum görünen statüko-siyaset ilişkileri, diyet borcu ödemekle bitmez, siyasetin tamamıyla teslim olmasıyla ve demokrasi iddiasından vazgeçmesiyle sonuçlanır. Çünkü istenen ve ödettirilen bedel budur.
1946’da çok partili sisteme geçilen Türkiye’de, statüko ile iş birliği yapmış ve sistemle bütünleşmiş, resmî ideolojiye teslim olmuş hiçbir parti vaatlerini, demokrasi ve adalet iddialarını gerçekleştirememiştir. Tersine kirli ilişkiler ağına takılmış, ağda kaldıkça kirlenmiş, kirlendikçe ve kirli ilişkiler derinleştikçe de çürümüş ve kokmuştur.
Bu ilişkilerde kazanan hep statüko ve sistem olmuştur. Siyaset, siyasetçiler, siyasi partiler ve demokrasi hep kaybetmiştir. Ne yazık ki kaybeden hep Türkiye olmuştur.
Atatürkçülük, milliyetçilik, Müslümanlık, devlet-vatan-bayrak hamasetinin en yoğun yapıldığı dönemler, bu kirli ilişkilerin derinleştiği ve siyasetin kaybetmeye başladığı zamanlardır. Bu dönemde artık Liderler ve partiler; statüko ile içerde ve dışarda yaptığı iş birliği, kurduğu kirli ilişkileri, işlediği suçları ve başarısızlığı hamasi politikalarla örtmeye çalışmaktadırlar.
Statükonun desteğini kaybettiğinden emin olduğu için halkın desteğine ve korumasına ihtiyaç duymaya başlar. En güçlü silah olan hamaset ve istismara sarılır. Ancak çabalar sonuç vermez, karanlık dehlizlerde muhafaza edilen “kirli ilişkiler dosyası” bütün ayrıntılarıyla servis edilir.
Bu tablonun, Türkiye’nin siyasi tarihi boyunca defalarca tekrarlandığını düşündüğümüzde, demokrasi bilincinin neden gelişmediğini, siyaset ve siyasetçiye neden güvenilmediğini de rahatlıkla anlayabiliriz.
Farklı iktidarlar döneminde hep aynı tablo ile karşılaşan bir toplumun, siyasetçilere kalıcı bir güven duyması mümkün olabilir mi?
Bu durumda, sadece siyasi partilere ve siyasetçilere değil, siyasete ve demokrasiye olan inancı da zayıflamakta, hatta yok olmaktadır.
Kuşkusuz bunda iş dünyası, medya, üniversiteler, aydın, entelektüel, hukukçu ve akademisyenlerin payı da büyüktür. Demokrasi ile sistem arasında bir tercih söz konusu olduğunda, sisteme teslim olan da öncelikle bu gruplardır.
Bugün yaşananlar ilk değil, muhtemelen son da olmayacaktır. Mevcut iktidarın akıbeti de öncekilerden farklı olmayacaktır. Çünkü demokratik kurallar ve hukuk ile çerçevesi oluşturulmayan sistemler, devamlı adaletsizlik, ayırımcılık, yoksulluk, yoksunluk, kutuplaşma ve düşmanlık üretirler. Bu yöntemi seçen her siyasal iktidar, sistemle bütünleşir ve sisteme kurbanlar vererek sahneden çekilir.
Kanaatime göre mevcut iktidarın topluma yönelik hamasi politikaları da uzlaşı ve diyalog arayışı da artık karşılık bulmayacaktır. Eksik-aksak da olsa var olan demokratik siyaseti, kör-topal işleyen yasal düzeni ortadan kaldırmayacaklardı…!
Mevcut koşullarda, Cumhur ittifakı ile siyasetin demokratikleşmesi, yeni bir anayasa ile hukuk düzenine geçilmesi, kutuplaşmanın ortadan kaldırılıp barışın tesis edilmesi, siyaset ve siyasetçinin itibar kazanması mümkün olabilir mi?
Yapılması gereken; mümkün olan en erken bir zamanda seçime gitmek ve yeni bir siyasetin yolunu açmaktır. Türkiye’nin kaderi hiçbir parti veya lidere bağlı değildir. Partiler ve liderler vazgeçilmez de değillerdir. Hamaset ve algı ile toplum aldanabilir ancak hakikatler değişmez.
Türkiye’de devletin değil, demokrasinin unsurları olacak ve demokratik siyaset yapacak siyasi partilere ihtiyaç vardır. Muhalefetin; iktidarın peşine takılmak yerine demokratik değişimi başarmak zorunda olduğuna inanıyorum. Sokrates’in dediği gibi; “Bir şeyler değiştirmek isteyen insan önce kendinden başlamalıdır.”
Muhalefet, kendisinden başlayarak değişim ve demokrasi için ilk adımı atmalı, diye düşünüyorum. Değişim zor olabilir ancak imkânsız değildir. “Her şey bir günde değişebilir ve o da belki bugündür.”
Cumhur İttifakı’nın neden olduğu toplumsal ayrışma, kutuplaşma, ötekileştirme, dışlama gibi bölücü ve ayırımcı politikalar da ancak sağduyu siyaseti ve makul siyasetçilerle ortadan kaldırılabilir.
Nitelikli, inandırıcı, güvenilir, ahlaklı siyasetçiler de ancak demokratik siyaset anlayışı ile sorumluluk yüklenirler. Demokrasi zemininde makul siyasetçileri bir araya getirmek hiç de zor değildir.
Demokrasilerde siyasi partiler, ayrışmaya, kutuplaşmaya değil, diyalog ve uzlaşmaya hizmet eder. Diyalog ve uzlaşmanın olmadığı zeminde demokrasi de olmaz. Demokratik siyasete hayat veren diyalog ve uzlaşmadır.
Bu nedenle siyasi partiler, “demokrasinin vazgeçilmez unsurları” olarak tanımlanmıştır. Değişim de devlet/sistem partileriyle değil, demokratik siyaset ve makuliyetle mümkündür.
Demokrasinin unsurları olarak muhalefet partilerine düşen; iktidar patileri gibi hamaset yapmak, bölücü, ötekileştrici ve ayırımcı bir öfke dili kullanmak değil, birleştirici, barışçıl, makul ve demokratik bir dil ve üslup geliştirmektir.
Unutmayalım; en çok hamaset yapan, en çok kirlenendir!
Abdulbaki Erdoğmuş
(02-06-2021)
YORUMLAR